24 Şubat 2018 Cumartesi

Uğultulu Tepeler, Brontë - Kitap Yorumu


"Ben de ona kalbimi verdim, aldı parça parça edip öldürdü, sonra gerisin geriye fırlattı. İnsanlar kalpleriyle duyarlar, Ellen. O benim kalbimi mahvettiğine göre, onun hakkında bir duygu beslememe imkan yok."


Kitabı Altın Kalem Yayınları’ndan okudum, 1993 baskısı olduğu için epey eski görünüyordu ve hikayeye çok uydu bence. Çeviride çok iyi bir iş çıkarmışlar bence, çoğu klasik eskiden kısaltılarak çevrilirmiş fakat bu tam metindi. Yazım, imla yanlışları da hemen hemen hiç yoktu. Gerçi bu kısmı uzun uzun anlatmama gerek yok, günümüzde kim bu yayınevinden okur ki bu kitabı. Kitaba gelirsek;

Türkçe’ye Uğultulu Tepeler, Uğultulu Bayır, Rüzgarlı Tepe, Rüzgarlı Bayır gibi birçok farklı isimle çevrilen Wuthering Heights tarihi olarak önemli bir metin öncelikle. Roman türünün hem erken örneklerinden, hem de bir kadın yazarın kaleminde çıkmış olması gibi artıları ve günümüze oranla nispeten ‘ilkel’ kalan yazım tekniği, sıkıntı çekmeyen kurgu akışı gibi eksileriyle incelenmesi gereken eserler arasında geliyor. Kısaca konusuna değinirsek, yerleşim yerlerinden izole iki villa sahibi ailenin çocukları ve onların çocukları arasındaki aşk ve intikam dolu yılları okuyoruz yıllarca hizmetçilik yapmış bir kadının ağzından. Arada “Emily Brontë ne yaşamış acaba?” diye sormadım değil, tabiri caizse kötü kalpli bir roman Uğultulu Tepeler, bütün karakterler çok soğukkanlı ve acımasız; kimse karşısındakini düşünmüyor, intikam alabilmek için en sevdiklerinden vazgeçecek kadar ileriye gidiyor vb. Tabi bütün bunları çarpıcı kılan son derece gerçekçi bir şekilde kaleme alınmış olmaları, belki bu özelliği kitabı ilk realist romanlardan biri yapıyor. Gerçekçiliğini arttıran bir diğer özelliği ise içinde tamamen “iyi” bir karakter barındırmaması olabilir, gerçek dünyayla daha kolay bağdaştırılabiliyor böylece yaşananlar. Bazen hikayeyi devam ettirmek için göze çarpan tesadüflere maruz kalsak da çoğunlukla hikaye tutarlı bir altyapı üzerinde ilerlediğinden kolay okunuyor. Yalnız başlarda kim kimin yeğeni, halasıydı gibi karışıklıklar oluyor isim benzerliklerinden, fakat yüzüncü sayfaya ulaşmadan karakter sayısının sınırlı olmasıyla birlikte alışılıyor.

Kesinlikle okunmalı mı? Açıkçası zorunlu okumam olmasaydı belki hayatım boyunca hiç okumazdım. Beğenmedim mi? Okurken pek yorulmadım ve eğlendim, bu yüzden pişman olmadım. Aynı zamanda o dönemin edebiyatının da izlerini taşıdığı için okuduğuma memnunum. Yine de illa 19. yüzyıl İngiliz Edebiyatı okuyacağım deniliyorsa bu romandan iyileri bulunabilir sanırım.

7 Şubat 2018 Çarşamba

Sırça Fanus, Plath - Kitap Yorumu

"Bayan Guinea bana bir Avrupa ya da dünya turu bileti vermiş olsaydı da fark etmeyecekti. Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris'te bir sokak kafesinde ya da Bangkok'ta- hep aynı sırça fanusun içinde kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım."



Kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi 10. baskısından okudum. İçeriğinde ve çeviride bir sorun göremedim. Yalnızca kapağı biraz çirkin olmuş (çok dolu), o da pek önemli bir şey değil. Kitaba gelirsek;

Upuzun bir yolculuktu bu kitap. Gerçekten son sayfayı da bitirip kitabın arka kapağını çevirdiğimde bir haftadır ilerlediğim bir tünelden çıkıyormuş hissine kapıldım. Duygusal geçişlerin bu kadar olağan ve etkileyici yapıldığı bir kitap şimdiye dek okumamıştım. 1950'lerde iş dünyasına atılmak için New York'a gelen başarılı bir öğrenciyi görüyoruz kitabın başlangıcında. Şiirler yazıyor, okulunda çok başarılı; New York burjuvasına katılarak güzel bir hayat yaşayacak... Mı? İlk birkaç bölümden sonra kitabın bu neşeli tavrı yerini yavaş yavaş karamsarlığa bırakıyor. İşin içine insan ilişkileri ve şehir problemleri dahil oluyor, biz de kelimenin tam anlamıyla bir çöküşü okumaya başlıyoruz.

İki önemli nokta var kitabı daha iyi anlamamızı sağlayacak. İlki Sylvia Plath'in kendi yaşamından yola çıkarak Sırça Fanus'u yazması. Bu bilgi kitabın inandırıcılığının ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor ve psikolojik çöküş konusunun örnekleri, en azından o dönemde, pek fazla olmadığından kitabı önemli hale getiriyor. Diğer nokta ise kitabın barındırdığı mizahi anlatım. Eğer kitap tamamen depresif bir şekilde anlatılsaydı da önemini yitirmezdi, fakat bu şekilde hem okuyucunun sağduyusunu tamamen kaybetmemesini sağlıyor hem de orjinalliğini oluşturuyor. Bazen gülümsemeler hüzünlü olur, misal şu paragraf beni hüzünlü gülümsetti:
"Doktor Nolan'ın bana neden bu kadar budalaca bir şey bıraktığını anlayamıyordum. Belki de onu geri verip vermeyeceğimi görmek istiyordu. Oyuncak kibritleri yeni, yünlü sabahlığımın etek ucuna gizledim. Doktor Nolan kibritleri isterse, onları şeker sanıp yediğimi söyleyecektim."

Kitaba edebi olarak "başyapıt" denmesini yanlış bulanlar var. Ben başyapıt mı değil mi diye tartışılması taraftarı değilim. Bir edebi metin olarak döneminin iyilerinden geri kalabilir belki, fakat bazı kitaplarda üslup, bazı kitaplarda içerik önemlidir. Bu kitapta ben ne anlatıldığının nasıl anlatıldığından önemli olduğunu düşünüyorum. Ve anlattığı şeyin önemi herkesin okumasını gerektiriyor bence.