29 Ocak 2018 Pazartesi

Mayta'nın Öyküsü, Llosa - Kitap Yorumu

"Dört korkusuz erkekle bir avuç çocuk bir kenti ele geçirmiş, polisleri etkisiz hale getirmiş, bankalardaki paraları kamulaştırıp dağlara kaçmışlardı. Bunlar yapılabiliyordu. Yapılabildiğini onlar kanıtlamışlardı. Perulu solcular bundan böyle onların ortaya koyduğu örneği gözardı edemeyecekler. Bu ülkede, devrim geliyor demekle yetinmeyen, devrimi gerçekleştirmeye çalışan birileri vardı."



Can Yayınları'nın 1992 tarihli ilk basımını okudum, çevirisi Armağan İlkin'e ait. Çeviride hiçbir sorun yoktu. Kitap yıllardır raflarda satılmayı beklediği için doğal olarak eskimiş, sanki sahaftan alınmış hissi yaratıyordu. Nostalji sevenlerin ilk baskıyı kaçırmamalarını öneririm. Hem yeni, hem eski. Kitaba gelirsek;

Alejandro Mayta bir sosyalist devrimci, bir Troçkist. 1958 yılında, Küba'da olanların tazeliğiyle içlerinde Mayta'nın da olduğu bir grup Peru'da bir devrim hareketini kalkışmışlar. Kalkışmışlar çünkü kitap aslında 1983'te geçiyor. Olaylar yaşandıktan 25 sene sonra Mayta'nın eski bir arkadaşı 1958'de tam olarak neler olduğunu öğrenmek için dönemin tanıklarıyla birbir konuşuyor ve biz de böylelikle Mayta'nın hikayesini okuyoruz. Bu hikaye ilgi çekici çünkü Mayta o zamanlar Lima'da yaşayan, haftalık devrim toplantılarına katılan, daha çok teorik diyebileceğimiz bir devrimciyken bu devrim hareketinin önemli isimlerinden biri haline geliyor. Başlarda farklı tanıkların farklı yorumlarıyla bu bir gizem olsa da kitap ilerledikçe olayların iç yüzünü öğrenmeye başlıyoruz.

Kitabın değindiği birçok nokta var. Öncelikle Ekim Devrimi'nden sonra başlayan ayrılıklara değiniyor ve bunların Peru'da nasıl kendini gösterdiğine. Başından sonuna en azından şunu bana düşündürdü: Troçkist, Stalinist ve diğer bütün sosyalist fraksiyonlar birbirinden gerçekten farklı mı? Yani, konu devrim olunca herkes bu aşırı özelleşmiş kimliğini bir kenara bırakıp yalnızca bir "devrimci" olabilir mi? Yoksa sırf bu ayrımlar yüzünden başarısızlığa uğrayan devrim hareketleri var mıdır?

Bunun yanında şu konuya da çok güzel değiniyor yazar: Devrimci olmak ne demek? İki çeşit devrimci var, birincisi sürekli devrim yapmaktan bahseden, ikincisi devrim yapmaya çalışan. Tabii ki de bu bir münazara konusu olabilir, iki taraf için de argümanlar üretilebilir, fakat yazarın değinmeye çalıştığı nokta bir yerde ikinci çeşit devrimciler ortaya çıkmaz ise birincilerin yaptığı her şeyin boş olduğu. Bu açıdan teorik devrimcileri "ülkede olanlardan habersiz" şeklinde bir yargılamayla bence hoş bir şekilde eleştiriyor.

Hikayeyi 1983 yılından bize anlatan kişi; kitapta Mayta'yı ve olayları anlatan bir kitap yazıyor ve biz o kitaptan da kısımlar okuyoruz, bütün bu devrim konularının yanında romancılığa dair de birtakım iddialar yineliyor. Özellikle romancının serbest olması, istediği noktada yalan, istediği noktada doğru hikaye anlatma özgürlüğü ve romanların en temelde yalanlara dayanması vurgulanan ve önemli noktalar. Kitap içinde kitap ve yazar kurgulayarak bu fikirlerini anlatmak istemiş Mario Vargas Llosa ve bence epey başarılı olmuş.

Mario Vargas Llosa çoğu kitabında kullandığı bir tekniği bu kitapta da kullanıyor; İngilizce'de "interlacing dialogues" olarak geçiyor, Türkçe'de olup olmadığını bilmemekle beraber ben "geçişli diyaloglar" diyorum. İki farklı zamanda yaşanan olayları diyaloglarla birbirine "geçiş" yaptırıyor ve bu sayede hem çok daha akılda kalıcı hem de okuma zevki çok yüksek bir eserle karşı karşıya kalıyorsunuz. Örneğin;
"-...Herkes devrimci papazlardan, kiliseye sızan Marksistlerden söz ediyor... Ama hiç kimse ilk akla gelecek açıklamayı yapmıyor.
- O nedir peki? (Bu iki konuşma 1983'te geçiyor)
- Gece gündüz açlıkla ve hastalıkla karşı karşıya gelmekten ötürü duyulan öfke, umutsuzluk, bu kadar büyük bir adaletsizlik karşısında kapıldığımız çaresizlik duygusu." (Bu cevap ise 1958'de geçiyor.)

Yazarın okuduğum diğer kitapları gibi çok güzeldi, bütün bir kitabı soğukkanlılıkla okudum fakat bitişine hüzünlendim. Günümüzde yaşayan belki en iyi yazarın en güzel kitaplarından biri, okunmalı. İlk dönem kitaplarının tersine daha kolay okunan bir kitap olduğundan hiç Mario Vargas Llosa okumamış birine de önerilebilecek bir kitap.

27 Ocak 2018 Cumartesi

Masalcı, Llosa - Kitap Yorumu

"Peki, benim neyim vardı? Bana anlatılanlar ve benim anlattıklarım, o kadar. Bildiğim kadarıyla, bunlar kimseyi uçurmaya yetmezdi."


Can yayınlarının üçüncü baskısıydı benim okuduğum versiyonu, tabi üçüncü baskı olduğu için ilk baskılarda hata varsa bile düzeltilmiştir. Bu yüzden ilk iki baskı için yorum yapamasam da son baskısında bir sorun olmadığını söyleyebilirim. Kitaba gelirsek;

Amazon'un derinliklerine, bizden belki daha ilkel belki daha az bozulmuş saf kabilelere, en az bizim inançlarımız kadar tuhaf ve batıl inançlara, o insanlara kendi kültürümüzü öğretmeli miyiz yoksa bizim gibi yozlaşmalarını engellemek adına onları rahat mi bırakmalıyız sorusunun ustaca ortaya atıldığı ve aynı ustalıkla cevapların arandığı ve değerlendirildiği bir münazara dünyasının içine götürüyor bizi Mario Vargas Llosa. "Medeniyetlerimizi yanlış mı kurduk?" sorusunun kafanızda sürekli dönüşünü fark ediyorsunuz bir noktada ve saf bir hayat ile günümüzü karşılaştırıyorsunuz. O kadar güzel yazılmış ki, bir noktadan sonra masalcı adı geçtiğinde ben bile çekinmeye başladım, konuşmayın daha fazla masalcıdan, bırakın onların geleneklerini kendilerine dedim. Bizim kendimizi ne hale getirdiğimiz ortada, en azından o kabilelerin bizden farklı bir yaşam seçme özgürlüklerine müdahale edilmemesi gerekiyor belki de.

Bunun yanında kitabın bölümlerinin yarısı kadarı "masalcı"nın Machiguenga kabilesinde anlattığı hikayelerden oluşuyor ve her biri kendi başına okunabilecek ayrı bir noktada, aynı zamanda romanın akışıyla uyum içinde duruyor. Kimi hikaye dinlerini terk edişini, kimisi bu yüzden nasıl cezalandırıldıklarını, kimisi zorunlu göç hikayelerini anlatıyor ve her biri yazarın hikaye anlatabilme yeteneğine hayran bırakıyor.

Kitaba başlamadan önce harika olacağından emindim. Hani bu kadarını da beklemiyordum denir ya, ben bekliyordum aslında. Beklentim ne kadar yüksek olursa olsun, Vargas Llosa o siniri aşmayı başarıyor. Bunu nasıl başarıyorsun, Tasurinchi?

26 Ocak 2018 Cuma

Bahar Karları, Mishima - Kitap Yorumu

"Zaman. Önemli olan zamandır. Zaman geçtikçe seninle ben, ne olduğunu fark etmemiş bile olsak, karşı konulmaz biçimde dönemimizin ortak görüşüne dahil edileceğiz. Daha sonra, Taişo Dönemi'nin başlarındaki gençlerin şöyle ya da böyle düşündüklerini, giyindiklerini, konuştuklarını söylerken seninle benden söz ediyor olacaklar."



Kitabı Can Yayınları'ndan Püren Özgören çevirisiyle okudum, şu güzel karlı kapaklı olan. Hiçbir sorun yoktu. Kitaba gelirsek;

Bahar Karları, Mishima'nın hayatıyla birlikte sona eren, Japonya'nın modernleşmesinin ve kendi geleneklerini kaybetmesinin hüznünü bütün gerçekliğiyle yansıtan Bereket Denizi serisinin ilk kitabı. Bütün kitaplar Honda'nın etrafında şekilleniyor, fakat bu kitapta Honda aslında bir yan karakter. 1912'de geçmesine rağmen bir dönem kitabı değil, daha çok dönem bilgilerinin araya serpiştirildiği bir aşk hikayesi. Arada romantizm biraz fazla gelebiliyor hatta, yine de sıkmıyor. Honda'nın olduğu bölümler biraz daha fazla olsaymış keşke dediğim oldu, çünkü Mishima, Honda üzerinden o kadar güzel çözümlemeler ve düşünce pratikleri yapıyor ki hayran kaldım, umarım ikinci kitap daha çok Honda üzerinden gider.

Hayatım boyunca yüzlerce kez sahil kıyısında oturmuş, sayısız dalga görmüşümdür, asla dalganın bitişine şaşıracağım ve üzüleceğim aklıma gelmezdi. Şöyle diyor Mishima: "Deniz, oturduğu yerin birkaç adım ötesinde son buluyordu. O geniş, engin, güçlü deniz tam gözlerinin önünde bitiyordu. Zaman ya da uzam için hiçbir şey bu kadar huşu verici bir sınır oluşturamazdı... ...Kumların emdiği her dalganın son kabarışına, sayısız yüzyılı aşarak gelen bu büyük gücün son saldırısına bakarken insanda uyandırdığı güçlü duygulara şaşırdı." Bahar karı gibi narin, hafif bir kitap; okuduğum her sayfa bir kar tanesinin vücuda konması gibi doğallık ve huzurla aklıma kondu. Özellikle Uzak Doğu edebiyatından hoşlananlar bir göz atmalı.

Teke Şenliği, Llosa - Kitap Yorumu

"Ondan korkmakla kalmıyorlardı, seviyorlardı onu; tıpkı dayak ve cezaların onların iyiliği için olduğuna inandırılan çocukların otoriter ebeveynlerini sevdikleri gibi."


Peral Bayaz'a şapka çıkarmak gerekiyor, onun sayesinde roman zaten Türkçe yazılmış gibi rahat okunabiliyor. Baskısında da okuma keyfini baltalayacak herhangi bir sorun yok. Kitaba gelirsek;

"Trujillo bir gülümsemeyle ödüllendirdi adamı." Halk ile Teke'nin arasındaki ilişkiyi özetliyor bu cümle. Halkını çok seven, halkı için elini kana bulamaktan ve bunu ifade etmekten çekinmeyen biri Teke (Raskolnikov'un cinayet hakkında düşündüklerinin mükemmel bir örneği bence Trujillo). Destekçilerinin de pohpohlamasıyla bu ülke için bir lütuf olduğunu düşünüyor, ülkesi için acımasız olmak zorunda. Halkının yanlış karar vermesinden korkuyor ve onlar yerine kendisi "doğru" kararları veriyor. Tüm dünyaya kafa tutmaya çalışıyor, başına bir şey gelirse yarattığı muhteşem eseri yok olur diye ödü kopuyor. Karşılığında da ufak tefek yaramazlıklar yapabileceğini düşünüyor. Seks manyağı bir paranoyak Teke.

Llosa'nın kalemi o kadar güçlü ki, gerçek kişiler için hazırladığı kurgu diyaloglar gerçeği harika bir şekilde tarif ediyor; bazen sinirlendiriyor, bazen çaresiz hissettiriyor, bazen de mutlu ediyor. Olaylar 1961 ve 1996 yıllarında geçiyor; hem suikast öncesini ve suikastın ülkeye etkilerini anlatıyor hem de o zamanlar senatör olan Agustin Cabral'ın kızı Urania'nın ülkeye dönmesiyle başlayan bir gününü. Urania'nın hikayesi hüzün verici, nedenini sonradan öğrendiğimiz, babasına karşı soğuk bir nefret ile hatıralarını okuyoruz. Roman bir çok yerde rahatsız edici, nedeni rahatsız edici bir dönemi anlatması. O kadar ilginç şeyler yaşanmış ki masal okurmuş gibi keyifle okunmuyor ve bazı yerlerde nefes almak için durmak zorunda kalınıyor. Ve birçok şey öğretiyor, 20. yüzyıl Dominik Cumhuriyeti tarihini, bir diktatörün psikolojisini, bir toplumun sosyolojisini...

Bu kitap Llosa'dan okuduğum üçüncü kitap, her ne kadar bundan iyisini okuyacağımı pek düşünemesem de Llosa'dan okuyacağım son kitap asla olmayacak. Yazar keşfettiğim için bu kadar mutlu olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, Saramago - Kitap Yorumu

"Konuyu ne kadar dolandırırsak dolandıralım, dinlerin varoluş nedeninin temelinde, ölüm olgusu yatmaktadır, din ile ölümün ilişkisi ateş ile barut gibidir, ateş olmadığı sürece barutun işlevi olmayacaktır."



Kırmızı Kedi'den okudum kitabı. Mehmet Necati Kutlu çevirmiş ve gayet temiz bir iş çıkarmış, ayrıca kapak tasarımı için de yayınevi bir tebriği hak ediyor bence. Saramago'nun kendine has (tırnak işaretsiz, parantezsiz) yazım tarzına sadık kalmaları hoş olmuş, yalnızca başlarda, alışana kadar, biraz daha dikkat ister hale getiriyor okumayı. Kitaba gelirsek;

Son derece tuhaf bir kitap. Saramago'nun okuduğum ilk kitabı ve kitabın tuhaf olmasında en büyük pay sahibi bekleneceğinin aksine kitabın konusu değil, anlatım ve dilin kullanım tarzı ve kurgusu.

İlki yüz otuz ve ikincisi yetmiş sayfa olmak üzere iki bölüme ayırabiliriz kitabı, ilk bölümü ölümün var veya yok olmasından yola çıkarak tam bir masalcı edasıyla ülkenin değişik çalışma sektörlerinin ve toplumsal hayatın geniş perspektifte anlatılması ve ikinci bölümü perspektifi epey daraltarak sadece ölümün ve duygularının belli bir olay örgüsü üzerinden anlatımı olmak üzere. İlk bölümünde herhangi bir kahraman yok denebilir, ikinci bölümünde ise ölüm ve viyolonselci kahramanlarımız. Daha yavaş akmasına rağmen ilk bölümü daha çok sevdim ben, çok nadir karşılaştığım bir anlatım tekniğiydi ve çok başarılı üstesinden gelinmişti çünkü. İkinci bölüme geçişin altı biraz boş kalmış gibiydi, dahası kitap da biraz sıradanlaştı (bu sıradanlık konuyla ilgili değil elbette) ve kitabın, misal ellili sayfalarını okuduğumdaki okuma isteğim son on sayfasında yoktu. Yine de baştan sona tuhaflığı ile yarattığı merakıyla okutturan bir kitaptı. Diğer kitaplarını okumak da zevk verecektir eminim. Saramago'ya bu kitap ile başlanır mı sorusunun cevabını bilmiyorum, fakat şunu biliyorum ki çok farklı bir dünyanın kapısı bu kitap.

Tünel, Sabato - Kitap Yorumu

"Her şeye rağmen, sadece bir tane karanlık ve yalnız tünel vardı; benim ki, çocukluğumun, gençliğimin ve geriye kalan bütün hayatımın geçtiği tünel."*


Ayrıntı Yayınları'nı başarılı buluyorum, bu yayını da güzel bir çeviriye ve sorunsuz bir baskıya sahip. Kitaba gelirsek;

Çok başarılı bir eser; başarılı derken, edebi açıdan değil, tabii ki de edebi açıdan da epey başarılı fakat ben başka bir konuya değineceğim, bir hastanın iç dünyasını, yani düşünme biçimini ve mantık ve gerçeklik algısını, aynı şekilde bunların dış dünyaya yansımasını, ağzından çıkan her cümleden ses şiddetinin dengesizliğine değin bu kadar gerçekçi anlatması kitabı bu kadar başarılı kılan. İkna edebilirlik bir romanın en önemli parçalarından biridir (kimisine göre en önemli) ve bu kitap okuyucuyu kendisinin gerçek olduğuna, ya da kurgu olmadığına kusursuz bir şekilde ikna ediyor.

Kitap aklıma biraz da Faust'un açılışındaki bir cümleyi getirdi: "Felsefe, hukuk, tıp, hatta teolojiyi bile bitirdim. Buna karşın, eskiden neysem oyum yine!" Aynı varoluşsal problemi ressamımız da yaşıyor olabilir. Beğenilen resimler yapıyor, birçok hayranı var, yine de hala her zaman ki o! Eskiden olduğundan hiçbir farkı yok, hala kimse onu anlamıyor. Ne yazık ki Mefisto'su da yok yardım edecek! Böylelikle onu anladığını düşünen ilk kişiye koşulsuz bağlanıyor. İki kişi aynı problemin kurbanı ise ikisinin de yükü hafifleyebilir, ressamımızın María'ya bağlanmasının tek sebebi kendi sıkıntılarından kurtulmak; varoluşsal anlamı, yani en temelde bütün insanların ne için yaşadığını anlayabilir, ya da en azından bu temel sorunun bilinçaltını yönlendirerek getirdiği diğer problemleri gözardı edebilecek hale gelebilir. Bu da kahramanımız ile harika bir uyum sağlıyor, çünkü zaten bu derece bencil olması gerektiğini düşünürdük. O derece bencil ki bu kadar ümit bağladığı bir cevap arayışının yarım kalmasına asla tahammül edemiyor ve empati yeteneğinin tamamen yok olmasına sebep oluyor.

İronik kısmı ise şu: Kitap hem sağlıklı hem de sağlıksız bir zihinle okunabiliyor, fakat vardıkları nokta birbirinden o kadar da farksız değil. Olayların nedenleri garipsenirken aynı zamanda makul geliyor ve bu noktada "Sabato gerçekten ne anlatmak istiyor?" diye sorulabiliyor. Bir insan bildikçe derdi artar şeklinde de düşünüyorum Castel'in durumunu. Açık kapılar birçok oda görmemize olanak tanıyor, onlardan biri Castel'in hastalığının sebebi. Ya da bir çok şeyin farkında olmasının bir sonucu mu demeli?



(*: Ayrıntı yayınlarının değil, kendi çevirimdir.)

Koca Gringo, Fuentes - Kitap Yorumu

 "Koca Gringo Meksika'ya ölmeye gelmişti."

Can Yayınları bir klasik haline geldiği için çevirisi veya baskısı hakkında pek bir şey yazmaya gerek yok, güzel bir iş çıkarmışlar. Kitaba gelirsek;

Terra Nostra’yı okuma girişimimdeki ilk durak, Fuentes’i tanımak için, Koca Gringo’ydu. Fuentes çok etkilendiğini söylediği gerçek bir olaydan, Amerikan İç Savaşı’na katılıp elli yıl sonra Meksika devriminde ölen bir gazeteci ve yazar, yola çıkmış, iki kurgusal yan (aslında onlar da ana) karakter yaratarak gizemli kalan bölgeleri kendi hayalgücüyle doldurmuş; biri annesine tecavüz edilmesiyle dünyaya gelmiş Meksikalı devrim “generali”, diğeri onu terkeden babasını asla affetmeyen Amerikalı bir öğretmen.


Üçünün bir araya gelmesiyle biz de Fuentes’in yirmi yıllık düşüncelerini yazıya aktarımını okumaya başlıyoruz: baba-çocuk ilişkileri, seks, Meksika- ABD. Özellikle sonuncusu dikkatimi çekti, devrimin hangi düşüncelere dayalı yapıldığı; Meksika’nın “medenileşmesi”, gringoların güneyden başka gidecekleri yer kalmaması, ya da “Bir gringo biz Meksikalılardan ölüm dışında ne isteyebilir ki?”


Bütün bunları Fuentes çok yoğun bir bilinçakışı tekniğiyle anlatıyor, karakterlerin iç dünyasındaki monologları, monologların karakterler arası geçişi ve bunların detaylara etkisi. Okumayı biraz daha zor, fakat bir o kadar da ilgi çekici hale getiriyor. Sanıyorum Faulkner’ı iyi tanıyan okuyucular (maalesef ben değilim) kitabı daha çok sevebilirler, bilinçakışı tekniğine aşina olmayan okuyucular Fuentes okumak isterlerse bir başka kitabından başlasalar daha iyi olabilir. En nihayetinde, emperyalizmin Latin Amerika’ya etkisini merak eden herkese öneririm, ya da daha basitçe Latin Amerika edebiyatından okumak isteyenlere.

Ölüler Evinden Anılar, Dostoyevski - Kitap Yorumu

"Hapishaneden asla çıkamayacaklardır. Zincirden kurtulmuş olanların ölünceye kadar hapishanede, pranga altında kaldıklarını pekala bilirler. Buna rağmen, zincir sürelerini bir an önce doldurmayı isterler. Zaten bu istekleri de olmasa ölmeden ya da çıldırmadan beş altı yıl zincirde dayanabilirler miydi? Kim dayanabilir ki?"


İş Bankası Yayınları'ndan Nihal Yalaza Taluy çevirisiyle okudum. Çeviride rahatsız eden hiçbir şey yoktu, hatta duyguları yansıtmada kelime seçimlerinin özenli olduğunu gördüm. Baskıda da, ikinci basım olmasının da etkisi vardır, bir sorun yoktu. Kitaba gelirsek;

Eğer birinci tekil şahıstan yazıyorsanız romanı, anlatıcıyı her yönüyle anlatmak istiyorsunuzdur: bütün duygularını ve her yaşadığını. Birinci tekil şahıs hikayeden çok karakter anlatmaktır ve elinizde güçlü bir karakter olduğuna inanmıyorsanız başka bir anlatım şeklini tercih edersiniz. Yani, normal olan budur. Fakat şunu da unutmamak gerek, kaliteli eserler hemen hemen her zaman normalin dışına çıkmışlardır. Buna cesaret etmek kolay değil, Dostoyevski bu kitapta bu cesareti göstermiş. Birinci tekil şahıstan okuyoruz kitabı, ama aslında dikkat edilirse ilahı bakış açısının izleri sıkça gözüküyor. Ne karakterin hapse girmeden önceki yaşantısını, ne giriş nedenini (detaylarıyla), ne hapishane sonrası yaşantısını; hiçbir şey bilmiyoruz. Yalnızca hapishanede olanları gözlemliyoruz. Bu şekilde anlatım biçimi ile anlatımın kendisi tezat oluşturuyor. Bu tezat bizim o hapishaneye daha rahat girmemizi, bütün mahpusları daha iyi anlamamızı, aynı zamanda hapishanenin kendine has tiksindirici özelliklerini daha iyi görmemizi sağlıyor. Kısacası, “hata” olarak tanımladığımız bir anlatımın nasıl harika bir esere dönüştüğünü görebiliyoruz, normlara kendimizi çok kaptırmamamız gerektiğiyle birlikte.


Anlattıklarına gelirsek, özellikle Dostoyevski’nin kendi yaşadıklarından yola çıkması kitabın inandırıcılığına büyük ölçüde etki ediyor. Bir mahpusun hapishanede yaşayabileceği hisleri, sıradan bir günün ve özel günlerin nasıl geçtiğini, mahpusların kendi aralarındaki diyaloglarıyla dönemin Rusya’sını öğreniyoruz. Kitapta altı çizilecek yer o kadar fazla ki tek bir cümleyle, bazen bir paragrafla bile sınırlı kalmıyor, bütün bir sahnenin altını çizmek gerekiyor. (Kartalı bırakma sahnesi mesela.)


“Ölüler Evinden Anılar” şunu da anlatmak istiyor bence: Hapishanede karşılaştığımız topluluk bütün toplumun küçük bir özeti gibi. İyi, kötü, fırsatçı, ezik, kabadayı, sessiz, konuşkan, dalgacı, her karaktere sahip mahpusların arasına girip bir süre yaşandığında, benim anladığım kadarıyla hapishanede olmanın tek ayırt edici özelliği duvarlar içinde yaşamak oluyor.


Tolstoy’un o zamanlar bahsettiği gibi: “Yeni edebiyatın en iyi kitabı.” 19. yüzyıl edebiyatında en üst sıralara alınması gerekenlerden.