16 Temmuz 2018 Pazartesi

Kum Kitabı, Borges - Kitap Yorumu


"Eğer siz ben idiyseniz 1918'de kendisinin de Borges olduğunu söyleyen yaşlı bir beyefendi ile karşılaşmanızı unutmuş olmanız nasıl açıklanabilir?"


İletişim’in mükemmel Klasikler serisinden (6. Baskı) okudum. Ne yalan söyleyeyim, böyle güzel basımlar olunca insanın daha bir okuyası geliyor. Yalnız Yıldız Ersoy Canpolat çeviride muazzam bir iş çıkarmış diyemeyeceğim. Kitabın anlamakta güçlük çektiğim paragrafları sanki çeviriden kaynaklıymış gibi geldi, ne kadar garip çevirmiş dediğim kısımlar oldu. Borges’in garip cümlelerinden de olabilir ama, yalnızca not olarak ekleyim dedim. Kitaba gelirsek;

Arka kapağında yazan “fantastik edebiyatla harmanladığı öykü kitabı” diye geçiyor, ben de bu öyküleri fantastik öyküler sanıyordum. Fantastik ögeler var, ama fantastik öyküler değil bunlar. Ön kapağındaki güzel resim de bu yanılgıya düşmemi sağladı. Bu kitap aslında bir büyülü gerçekçilik kitabı. Bitmeyen kitaplar, kişinin genç haliyle diyaloğu, canavarlar yalnızca gerçek dünyayı yansıtmak için var, yani kulağa zıt gelse de sıradanı sergilemek için kullanılmış büyülü bir dil.

İlk okuduğum Borges kitabıydı ve bunun kurbanı olduğumu düşünüyorum. Hikayelerin ne demek istediğini az çok anladığımı düşünüyorum, gerçekten beğendiğim hikayeler vardı. Öteki, Kongre, Armağanlar Gecesi, Yorgun Bir Adamın Düşülkesi, There Are More Things öyküleri nispeten anlatmak istediğini direkt anlattığı hikayelerdi ve bu sebeple en beğendiklerim (en iyi anladığım için) oldu. Fakat diğer öyküleri beğenmedim desem haksızlık yapacağımı düşünüyorum. Çünkü, bu his her kitapta gelmez bana, diğer öyküler ağırlık sahibi öykülerdi. Borges’in demek istediğinin çok azını anlayabildim o öykülerde, mesela Undr, Ayna ve Maske öyküleri. Yalnızca çok iyi olduğunu düşündüğüm birkaç öyküyü not edip daha sonra tekrar okuyacağım.

Bir de şunu eklemek istiyorum. Öyküleri bir anlatıcı eşliğinde anlatması güzel bir şey, birinde “Elyazmasını şurada buldum böyle diyor”, “Hikayemiz aslında şurada başladı” benzeri cümleler var öykülerin başında. Fakat istisnasız her öyküde bunu denemesi bir noktadan sonra tekrar hissi yaratmadı değil.

Harika bir öykü kitabıydı diyemesem de şunu demek istiyorum: Bu kitaba saygı duydum.

5 Temmuz 2018 Perşembe

Cennet Başka Yerde, Llosa - Kitap Yorumu


"Öyle ya! Dualarla, vaazlarla, olmadı zor kullanarak, itaati öğrensinler diye çocukluktan ihtiyarlığa yoksulları kıstırılmış halde tutmak için rahibeler ve askerler el ele, kol kolaydı."


Mario Vargas Llosa’nın kitaplarını çeviren tek yayınevi Can Yayınları’ndan okudum. Saliha Nilüfer’in çevirisi başarılı. Kapağına Paul Gauguin’in tablosunu koymaları ekstra güzel olmuş. Kitaba gelirsek;

Açıkçası, kitabı satın almadan önce ne Paul Gauguin’i ne de Flora Tristán’ı tanıyordum. Cahilliğime verin. Kitabın bir çifte biyografi olduğunu öğrendiğimde çok meraklandım, sonuçta elimde 19. yüzyılın en önemli ressamlarından biriyle en önemli feministlerinden birinin hayatı vardı. Biyografi derken, şunu belirtmeliyim, kitapta kurgu olan kısımlar da var. Çünkü kitap sade bir biyografi gibi yalnızca olayları aktarmıyor; kitabın bir anlatıcısı var. Bu anlatıcı ikinci tekil şahısı kullanarak Gauguin ve Tristan’a dostça sesleniyor ve hislerine eşlik ediyor. Yani, mesela Gauguin bir gece vakti evden ayrıldıktan sonra Van Gogh’un bu durumu kabullenemeyip kulağını kesmesi doğru olsa da, kitapta geçen Gauguin’in evden ayrıldığında düşündükleri ve söylediklerinin birebir doğru olduğunu beklemek abes olur. Bu durumu eleştiren de var öven de. Ben biyografi okumak için almadığımdan kitabı, benim için bir problem yoktu. Fakat ısrarla Gauguin veya Tristan’ın biyografisini okumak istiyorsanız, bazı kısımlarda kendinizi “Burası gerçek mi? Değil mi?” diye sorarken bulabilirsiniz.

Gauguin, Van Gogh’un yakın arkadaşlarından biri. Van Gogh’un her zaman yapmak istediği fakat ruhsal sorunları nedeniyle yapamadığı, ‘medeniyetten uzaklara yerleşip sınırsız dünyanın tadını çıkarmak’ eylemini gerçekleştiren kişi Gauguin. Medeni denen Avrupa geleneklerinin, aile ve cinsellik anlayışının, kuvvetli insan ilişkilerinin kendi sanatını baltaladığını düşünen Gauguin cennet olduğunu düşündüğü Polinezya’nın Tahiti kentine yerleşiyor her şeyini geride bırakarak. Sınırsız bir cinselliğin yaratıcılığı arttırdığı düşüncesiyle yaş sınırı dahi göz etmeden kadınlarla yatıyor. (rahatsız edici kısımları var – tablolarında da var rahatsız edici kısımlar)

Diğer taraftan Gauguin’in anneannesi Flora Tristan’ın ölmeden önceki son yılında yaptığı Avrupa (Fransa) seyahatlerini okuyoruz. Kapitalizmin merkezinde işçileri örgütlemeye çalışınca tabi başına şaşırtmayan olaylar geliyor, güzel bir kadın olması da cabası. Cinsellik Tristan’a göre tam tersi, erkeklerin içlerindeki vahşiliği ortaya çıkarmak için kullandıkları bir araç. Kitabın en dikkat çekici kısmı da bu zaten, sırasıyla cinsellik hakkında birbirine zıt iki görüşte insanları hayatlarını ve ikisinin de yeryüzündeki cenneti bulmaya çalışmasını okumak. Tabii kitabın içindeki karamsarlığı anlamak için adını bir kez okumak yetiyor. Siz de okurken durup durup düşünüyorsunuz: Sahi, nerede bu cennet?

3 Temmuz 2018 Salı

İnce Memed 1, Kemal - Kitap Yorumu

"Hiç birisinin ağzından çıt çıktığını, duydunuz mu? Bize ne beddua ettiler, ne üstümüze taş attılar, ne sövdüler. Taş kesilerek öylecene baktılar kaldılar. Bunu görmeyeydim. Kendi ölümü göreydim de bunu görmeyeydim."


Yapı Kredi Yayınları'nın 41. baskısını okudum. Baskıda doğal olarak bir sorun yoktu. Yalnız önsöz, ya da sonsöz ekleselermiş daha iyi olurmuş. Sıradan bir kitap değil sonuçta. Kitaba gelirsek;

Herkesin ismini cismini ezbere bildiği bir kitap İnce Memed. Konusunu anlatmaya girişmeyeceğim bu sepeble. Fazlasıyla geç kaldım okumak için, nihayetinde de okudum. Hepimiz biliriz Memed’in hikayesini üstünkörü, üstüne üstlük ben kitabın sonunu da biliyordum. Yine de bu durum kitabı okurken aldığım zevki hiçbir şekilde baltalamadı. Nedeni hikayenin baştan sona çok kuvvetli olması. Karakterleriyle, olaylarıyla İnce Memed’in kurgu olduğuna inanmak bir hayli zor. Avucunun içi gibi bildiği belli olan Çukurova köyleri ve halklarını öyle güzel anlatıyor ki Yaşar Kemal, bütün o tecrübeyi, yaşanmışlıkları aktarabiliyor. Yalnız Memed değil, yan karakterler de ustalıkla yaratılmış; Topal Ali’sinden Cabbar’ına, Hürü Anasından Iraz’ına, hepsi için “Evet, bu karakteri ben tanımam mı?” dedim. Romanlar gerçek değildir fakat gerçeği anlatır ya hani, bu sözü destekleyecek en güzel örnek olabilir İnce Memed.

Kitabın en çarpıcı noktası bütün kötü insanlara karşı iyiliğin ışıl ışıl parlayışını göstermesi. Benim için kitabın verdiği en önemli mesaj iyiliğin dünyada hiç de azımsanmayacak kadar olması. Evet, fazlaca kötü karakter var kitapta, dediklerimle çelişiyor gibi. Fakat Abdi Ağalara, Kalaycı Osmanlara rağmen, Yaşar Kemal ısrarla demek istiyor ki, insanlar kötü değillerdir, hatta iyilerdir. Memed’in de dediği gibi, ne kadar iyi insanlar var şu dünyada... O iyi insanların varlığından emin olmasa Yaşar Kemal, Memed’i bindirip atına, çıkarmazdı Çukurova dağlarına.

Topraklarımızda yazılan en iyi romanlardan olduğu söylenir. Sırasını bilmem ama, bundan üç yüz yıl sonra da ilk önerilecek, eskinin ne olduğunu en güzel anlatacak kitaplardan biri olmaya devam edecek, bunu biliyorum.

26 Haziran 2018 Salı

Dublinliler, Joyce - Kitap Yorumu

“Kapıda yoksul bir din adamı ya da yoksul bir aktörü andıran bir adam belirdi. Siyah elbisesi, bodur vücuduna sıkı sıkı oturacak şekilde iliklenmişti. Yakasının papaz yakası mı, yoksa sivil yakası mı olduğu anlaşılmıyordu...”



İletişim Yayınları’nın klasikler için hazırladığı baskısından okudum kitabı. Klasiklerde, eğer baskısı varsa, İletişim’i tercih etmeye çalışıyorum zaten. Gerçekten o kaliteyi hissettiriyor bana. Çevirisi zaten Murat Belge’ye ait. Çeviri ve baskının yanında bir önsöz ve sonsöz de bulunuyor ve kitabı daha da anlamlandırıyor. Kitaba gelirsek;

Nasıl başlasam bilemiyorum. Şöyle söyleyeyim, eğer James Joyce’un hayatından bihaberseniz, yani çocukluğu, din, milliyet ve aile ile ilişkisi ve bu kavramlara bakış açısı, İrlanda’dan ayrılış sebebi, sanata bakışı; kısacası ‘Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni okumadıysanız, yalnızca önsöz ve sonsözden faydalanarak da hikayeleri beğenerek okuyabilirsiniz bence. Her bir hikaye kendi içinde çok başarılı, anlatmak istediğini sessizce işleyerek anlatıyor Joyce. Eğer, hâlâ her hikayenin ayrı olarak ayakta durduğunun da farkında olarak, kitabın tamamını çevreleyen ortak temanın önemi kavranırsa ortaya kalitesi fersahlarca öteden gözüken bir kitap çıkıyor. Şunu da belirtmek istiyorum, bir hikaye kitabının ortak bir temasının olması onu ‘roman’ yapmaz, Dublinliler hala bir hikaye kitabı. Öte yandan hikayelerin üstünde bu kadar başarılı işlenmiş bir ortak tema var mıdır? Herhalde bu düşük bir ihtimaldir.

Ortak tema yaşanan tek hayatın yaşanmayan diğer tüm hayatları var olmamaya hapsetmesi. Şöyle düşünüyorum da, bu tema nasıl hayranlık uyandırmasın? Joyce’un sanatçı kimliğini ortaya çıkarmak için İrlanda’dan ayrıldığını biliyoruz. Sonrasında düşünüyor Joyce, İrlanda’da kalsaydı ne olurdu? Ve başlıyor çocukluktan yaşlılığa, giderek büyüyen on beş hikayesine. Anlatıyor her birinde: babası gibi sevdiği papazın ölümüyle kendini tutsak eden çocuğu, okuldan kaçmak için toplanan çocukların kaçamayışını, sevdiği kıza unutkan babası yüsünden hediye alamayan genci, Arjantin’e kaçıp evlenmek isteyen genç kızın evinden ayrılamamasını, ecnebilere hayranlık duyan İrlandalıların heyecansız kumarlarını, hizmetçi kızdan para koparmaya çalışan iki çapkın adamı, sıradan bir hayat sürmesin diye kızını aklı başında bir adamla evlendirmeye çalışan kadını, yurtdışından gelen gazeteci arkadaşını kıskanan ve bebeğini bile uyutamayan bir babayı, içkici bir beyaz yakalının amirinden işittiği azarı, sevilen hizmetçinin işindeki başarısızlıklarını, yıllar önce ayrıldığı kadının ölüm haberini alan adamın kendini suçlayışını, belediye seçimlerinde parti mensuplarının milliyetçi tartışmalarını, yine milliyetçiliğin yükselişinden yararlanan bir annenin kızını ünlü bir müzisyen yapma çabasını, dinden uzaklaşmış yaşlı bir adamı arkadaşlarının arınmaya davet etmesini, bir dans gecesinin ardından karısının eski sevgilisini ve ölümünü öğrenen bir adamın ölüm ve yaşam üzerine düşüncelerini.

Sanatçının toplumu anlamak için topluma tepeden bakması gerektiğini düşünüyor, biliyor James Joyce. Hikayeler aslında İrlanda’yı anlatıyor, İrlanda’nın insanlarını. Her birinin yaşayamadığı hayatların ve yaşadıklarına tutsak olduklarının farkında. Bunu Joyce “Niyetim ülkemin manevi tarihini anlatmaktı” diyerek açıklıyor. Fakat bana göre burada İrlanda yerine her ülke konabilir, çünkü insanların üzerindeki bu tutsaklık evrensel. Joyce bu tutsaklığı ölümle de ilişkilendiriyor, ona göre en büyük tutsaklık ölümün kendisi. Bu yüzden sıkça tabutlardan, ölülerden bahsediyor. Bu yüzden kitabın elli sayfalık son hikayesinin ismi “Ölüler” ve bütün kitabı hikayenin ve kitabın son cümlesinde şöyle özetliyor: “Ruhu yavaşça bayılır gibi oldu işitince karın hafifçe yağdığını evren boyunca ve yağdığını hafifçe, nihaî sonlarının inişi gibi, bütün yaşayanların ve ölülerin üzerine.”

Yazacak çok şey var ama uzatmak istemiyorum. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” ile “Dublinliler” birbirini tamamlayan iki kitap, bu nedenle önereceğim zaman ikisini beraber öneririm, ama kesinlikle de öneririm. Belki 125. yıl baskısı gibi ikisini birleştiren bir baskı çıkarsa bir gün, hiç düşünmeden alırım. Son olarak, bu kitabı yıllarca yayınlamamakta ısrar eden yayıncılara selamlarımı iletiyorum.

21 Haziran 2018 Perşembe

Filin Yolculuğu, Saramago - Kitap Yorumu

“Bizi biz yapan hep kusurlarımız, iyi niteliklerimiz değil.”



Kırmızı Kedi’den okudum. Kitabın başında çeviri ile alakalı bir önsöz bulunuyor, bu sebeple neyin ne olduğunu anlamakta zorlanmıyorsunuz. Çevirideki gariplikler de genelde Saramago’nun anlatımındaki garipliklerinden kaynaklı, fakat olumsuz bir durum yok ortada. Baskısı, kapağı hoş zaten, öneririm. Kitaba gelirsek;

Kitabın konusu Lizbon’dan Viyana’ya gitmek üzere yola çıkan bir filin, fil terbiyecisinin ve kral tarafından görevlendirilen, fili koruyacak olan bir süvari birliğinin yolculuk hikayesi.
Öncelikle fil terbiyecisi Subhro karakterinin çok başarılı olduğunu söylemeliyim. Sakin fakat baş kaldıran karakteriyle Avrupa’nın içinde bir Hintli olarak farklılığını her bölümde görebiliyoruz. Gezileri boyunca sanki kutsallığa sahipmiş gibi parlıyorlar sürekli fil Süleyman ve Subhro. Hiç fil görmemiş, Hint mitolojisi duymamış insanları ve Avrupa’da işlerin nasıl yürüdüğünü yavaş yavaş öğrenen Subhro’yu okumak keyif veriyor gerçekten. Bunun yanında 16. Yüzyılın ortalarında devletlerin güçlerini, saray içlerini esprili bir dille görmek ilginç. Özellikle Avusturya’nın Avrupa’ya yaydığı korku ilgimi çekti.

Evet, kitabın gerçekten orijinal bir konusu var. Her kitapta bir filin yolculuğunu okuyamazsınız, veya 16. Yüzyılda geçen kaç tane roman vardır ki zaten? Ama kitabın arka kapağında yazdığı, ya da benim de ilk cümlemde dediğim gibi bu tamamen bir “yolculuk”, ya da “gezi” hikayesi değil. Nedeni ise başlarda sorun teşkil etmeyen fakat kitabın sonuna doğru kendini fazlaca hissettiren bir şey: olayların sürekli Saramago tarafından kesilmesi. Alpler’i geçerken bir söze dikkat çekiyor yazar ve sayfalarca kelimenin etimolojik kökeninden bahsediyor mesela. Veya neyin ne demek olduğunu anlatmaya çalışırken anlatıda kayboluyor. Romancılıktan deneme yazarlığına geçiyor yani arada, sonra roman yazdığını hatırlamış gibi konuya geri dönüyor. Hal böyle olunca kitabın akıcılığı pek kalmamış, sürekli konsantre olarak okumak gerekiyor. Bu da biraz yorucu ve birçok okuyucuyu sıkabilecek bir nokta. Ölmeden önceki son senelerinde kaleme almasına bağlıyorum bu durumu. Belki kitabı gözden geçiren yakınları bu durumu ona iletti ve bu sebeple ilk 150 sayfada Lizbon’dan Madrid’in hemen kuzeyine ancak ulaşan ekibimiz geri kalan 50 sayfada Madrid’in kuzeyinden Viyana’ya vardı.

Özetle, hikaye olarak çok başarılı fakat anlatımı hikayeyi gölgelemiş. Kötü bir kitap denemez, kitabı severek okudum. Belki daha fazla Saramago okumuş olduktan sonra okusam daha iyi olabilirdi. Bu cümlenin eş anlamlısı da şu herhalde: Saramago’ya başlangıç kitabı değil Filin Yolculuğu kesinlikle. Okumaya başlamadan önce bunun daha çok bir anlatı-roman olduğu göz önüne koyulursa sonuç da daha iyi olur diye düşünüyorum.

1 Mayıs 2018 Salı

Ayı, Faulkner - Kitap Yorumu


"...ama herhalde Sam'in gözleri açıktı gene onlardan da kulübeden de ileride, bir ayının ölümüyle bir köpeğin ölüşünden daha ilerlerde gördüğü o derin bakışıyla."


De Yayınevi baskısıyla okudum, 19. Yüzyıl nostaljisini hissettirdi bana. Kitabı zaten çevirileriyle ünlü olan Murat Belge çevirmiş, bu yüzden kaliteli bir çeviri olduğunu söylememe dahi gerek yok sanırım. Hatta Murat Belge dışında bir çevirisi yoksa gerek de yok. Kitaba gelirsek;

“Go Down, Moses” adıyla 1942’de yayınlanan ve birbirleriyle alakalı yedi hikayeden oluşan öykü kitabının (roman diyenler de var) en uzun hikayesi aslında “The Bear”, fakat öyle ünleniyor ve övülüyor ki sonraları ‘novella’ olarak tek başına da basılıyor. Faulkner’ın en iyi eseri olduğunu iddia edenlerden tutun da ekokritik edebiyatın baş tacı olduğunu söyleyenlere kadar hakkında birçok denen şey var. Övgüye değer mi konuşmadan önce kitapta neler olduğuna bakarsak:

(Spoiler içeriyor.)
En genel tabiriyle bir av-avcı hikayesi bu, Koca Ben isimli ormanın en güçlüsü bir ayı var ve karakterimiz Isaac’in 10 yaşından itibaren içinde bulunduğu avcılar için adeta bir ölüm kalım meselesine dönüşmüş durumda Koca Ben. Her yılın kasım ayında toplanıp ormana yalnızca Koca Ben’i avlamaya gidiyorlar ve bu artık onların dini bir ritüeli haline gelmiş gibi. Kitabın başlarında Isaac yaşı küçük olduğu için henüz ayıyı avlamaya gidemiyor fakat geri gelmelerini beklerkenki düşünceleri kitabın ana temasını oluşturuyor: Herkesin ayının ölümlü olduğunu ummasına rağmen içten içe ölümsüz olduğuna inandığını, yine ayıyı öldüremeden geleceklerini, zaten kimsenin bunu istemediğini, ormana yalnızca yıllık törenlerini tamamlamaya gittiğini düşünüyor. Gidişlerini tam olarak şu sözlerle tanımlıyor Isaac-Faulkner: “Koca ayının öfkeli ölümsüzlüğüne yapılan yıllık tören-tapınma.” Bu şekilde yıllar geçiyor ve Isaac bu törene katılacak yaşa geliyor. Yılların verdiği yaralanlamalar ve yorgunluk ile ayı artık eskisi kadar güçlü değil ve gerçekten de bir gün ayıya bana göre hikayenin en önemli ikinci karakteri Boon öldürücü darbeyi vuruyor. Fakat kitabın “doruk noktası” gibi gözüken bu sahnesi hiç beklendiği gibi gerçekleşmiyor, sessiz ve sakince, sanki bir şeyler yanlışmış gibi. Ardından Isaac daha da büyüyor, kitabın sonlarına doğru bütün cümlelerin, eylemlerin, noktalama işaretlerinin karıştığı bir bölümde kitabın manasını ortaya çıkaran toprak ve insan düşüncelerini okuyoruz Faulkner’dan. Kitap ayıyı öldüren Boon’un Isaac’a ormandaki sincapları ellememesi için bağırışıyla sonlanıyor.

Burada elbette muazzam bir alegori var. Ayı ölümsüz, yenilmez nitelikleriyle doğayı sembolize ediyor, avcılarımız ise doğanın avcısı olan insanlığı. Doğayı kontrol etme isteği insanoğlunun, öyle bir hal alıyor ki güdülerin önüne geçiyor ve insanı kontrol etmeye başlıyor. Fakat nihayetinde bunu başardıklarında ortaya çıkan sonuç pek de iyi olmuyor, verilen onca kayıp ve üzüntüler kişiyi düşüncelere sevk ediyor. Isaac burada bana göre bir peygamber görevi görüyor, her şeye tanıklık etmiş, çıkarları ve hataları görmüş, olgun değilken ses çıkaramamış olanlara fakat olgunlaştığında düşüncelerini, herkese karşı olarak, ortaya koymuş, toprak ve köle sahipliğini kesin olarak reddeden, dini simgeleyen bir karakter. İnsanı Tanrı’nın kendi varlığını dünyada temsil etsin diye yarattığını söylüyor, toprağa ve diğer insanlara sahip olsun diye değil. Ve istemiyor ona kalan mirası, onun istediği ormanı son bir kez görmek yalnızca, özür dilemek için değil belki ama, hüznünü göstermek için en azından. Fakat değiştiremiyor hiçbir şeyi elbette, bunu da büyük bir ustalıkla gözümüze çarpıtıyor Faulkner Boon karakteri ile. Hani şu ayıyı öldüren, doğayı kontrol etmeyi başaranlar var ya! Bir kere almış bunun tadını, gözü dönmüş bu noktadan sonra, Isaac’a bağırıyor, defolmasını söylüyor bu ormandan: “Birine bile dokunamazsın! Benim onlar!”
(Spoiler bitiyor.)

Tanımlamam gerekirse bu kitabı, ‘güzel bir sanat eseri’ derim. Sade, çarpıcı, binlerce sayfalık kitaplara eşdeğer ve olması gerektiği kadar zor ve en önemlisi kitapların büyük çoğunluğunun aksine bir sanat eseri. Faulkner’a şapka çıkarmak gerekiyor gerçekten. İyinin kötünün dışında, edebiyat nasıl yapılır gösteriyor herkese.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Mrs. Dalloway, Woolf - Kitap Yorumu

"...Ne olurdu onu sayfiyede kendi haline bıraksalardı da, o da istediğini yapsaydı, ama onu zambaklara benzetiyorlardı ve partilere gitmek zorunda kalıyordu, oysa babasıyla ve köpekleriyle sayfiyede yalnız olmaya kıyasla Londra öyle kasvetliydi ki."


Remzi Kitabevi'nin ilk baskısından okudum. Kapağının çirkinliği dışında her şey güzel, ilk baskı olmasına rağmen çeviride bir sorun yok. Kitaba gelirsek;

Sanırım ilk cümlesini dahi herkesin bildiği bu kitabın konusunu da herkes biliyordur. Sayfalarca yazılan yorumlar, övgüler, yergiler var. Bunları atlayarak direkt dikkatimi çeken ve kitabı bir bütün olarak baktığımda vasat bir roman olarak görmeme sebep olan kısma geçeceğim.

Kitabın ismi "The Hours" olsaymış daha iyi olurmuş, zira "Mrs. Dalloway" ismi biraz yanıltıcı, hele de kitabın bilinç akışı yöntemiyle yazıldığını düşünürsek. Çünkü, benim gördüğüm kadarıyla, bu bilinç genelde yalnızca birinin, kitabın kahramanının genellikle, bilincidir ve bu bilinç içerisinde kitap boyunca sürükleniriz. Mrs. Dalloway'de bilinç bir karakter için değil de karakterler için var. Yalnızca Clarrissa Dalloway'in değil, hatta çoğunlukla bile değil, kitaptaki neredeyse bütün karakterlerin bilinçlerine girip çıkıyoruz. Peter, Sally, Lady Bruton, Septimus, Rezia ve hatta bazı kısımlarda kimin bilincini okuduğumuzu bile bilmiyoruz. Bu durum kitabı Mrs. Dalloway olmaktan çıkarıyor ve dakikaları dahi hissedebildiğimiz "Saatler"e dönüştürüyor bence. Bu noktaya kadar hiçbir sorun yok, tek bir bilinç değil de bilinçleri kullanmak istemiş olabilir. Bu kitabın artı yönü bile olabilir. Benim için asıl sorun bu bilinçler arasındaki bağlantı. Karakterlerin düşüncelerinin ortak noktası Clarrissa değil; aslında bilinçler ortak bir amaca hizmet etmiyor. Her karakter sanki ana karakter olarak yaratılmaya çalışılmış, sonra yan karakter olmaya mahkum edilmiş gibi. Yazar bize bir yandan Septimus'u anlatmak istiyor, fakat Clarrissa'yı anlatması gerektiğini bildiği için (veya esasen bunu istediği için) bir noktadan sonra bu günahından dönüyormuş hissi veriyor. Bu açıdan, çoğu zaman kitaplar için gereksiz yere uzatıldıkları söylenir, Mrs. Dalloway bence gereksiz yere kısaltılmış. Woolf bir karaktere diğerlerinden fazla önem verip, o karaktere hizmet etmeyen noktaları çıkarabilirdi, veya her birine daha fazla alan ayırıp ortaya muazzam bir dönem romanı çıkarabilirdi. Muazzam diyorum çünkü anlatım tarzı ve bilinç akışı tekniğini kullanma biçimi övgüye değer. Fakat bu karakter zenginliği içerisinde bütün kitabı Clarrissa'nın aşklarına hapsetmek kitabı potansiyelinden aşağıda bir noktaya hapsetmiş. Faulkner'ın bu kitapla yakın zamanlarda çıkan "Döşeğimde Ölürken" isimli kitabının bilinçlerin akışına, ortak bir amaca hizmet ettikleri için, daha iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Bundan iyi kitaplarının olduğunu umuyorum kalemini ustaca kullanabildiğinden dolayı. Bu yüzden diğer kitaplarını listeme ekliyorum.