26 Haziran 2018 Salı

Dublinliler, Joyce - Kitap Yorumu

“Kapıda yoksul bir din adamı ya da yoksul bir aktörü andıran bir adam belirdi. Siyah elbisesi, bodur vücuduna sıkı sıkı oturacak şekilde iliklenmişti. Yakasının papaz yakası mı, yoksa sivil yakası mı olduğu anlaşılmıyordu...”



İletişim Yayınları’nın klasikler için hazırladığı baskısından okudum kitabı. Klasiklerde, eğer baskısı varsa, İletişim’i tercih etmeye çalışıyorum zaten. Gerçekten o kaliteyi hissettiriyor bana. Çevirisi zaten Murat Belge’ye ait. Çeviri ve baskının yanında bir önsöz ve sonsöz de bulunuyor ve kitabı daha da anlamlandırıyor. Kitaba gelirsek;

Nasıl başlasam bilemiyorum. Şöyle söyleyeyim, eğer James Joyce’un hayatından bihaberseniz, yani çocukluğu, din, milliyet ve aile ile ilişkisi ve bu kavramlara bakış açısı, İrlanda’dan ayrılış sebebi, sanata bakışı; kısacası ‘Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni okumadıysanız, yalnızca önsöz ve sonsözden faydalanarak da hikayeleri beğenerek okuyabilirsiniz bence. Her bir hikaye kendi içinde çok başarılı, anlatmak istediğini sessizce işleyerek anlatıyor Joyce. Eğer, hâlâ her hikayenin ayrı olarak ayakta durduğunun da farkında olarak, kitabın tamamını çevreleyen ortak temanın önemi kavranırsa ortaya kalitesi fersahlarca öteden gözüken bir kitap çıkıyor. Şunu da belirtmek istiyorum, bir hikaye kitabının ortak bir temasının olması onu ‘roman’ yapmaz, Dublinliler hala bir hikaye kitabı. Öte yandan hikayelerin üstünde bu kadar başarılı işlenmiş bir ortak tema var mıdır? Herhalde bu düşük bir ihtimaldir.

Ortak tema yaşanan tek hayatın yaşanmayan diğer tüm hayatları var olmamaya hapsetmesi. Şöyle düşünüyorum da, bu tema nasıl hayranlık uyandırmasın? Joyce’un sanatçı kimliğini ortaya çıkarmak için İrlanda’dan ayrıldığını biliyoruz. Sonrasında düşünüyor Joyce, İrlanda’da kalsaydı ne olurdu? Ve başlıyor çocukluktan yaşlılığa, giderek büyüyen on beş hikayesine. Anlatıyor her birinde: babası gibi sevdiği papazın ölümüyle kendini tutsak eden çocuğu, okuldan kaçmak için toplanan çocukların kaçamayışını, sevdiği kıza unutkan babası yüsünden hediye alamayan genci, Arjantin’e kaçıp evlenmek isteyen genç kızın evinden ayrılamamasını, ecnebilere hayranlık duyan İrlandalıların heyecansız kumarlarını, hizmetçi kızdan para koparmaya çalışan iki çapkın adamı, sıradan bir hayat sürmesin diye kızını aklı başında bir adamla evlendirmeye çalışan kadını, yurtdışından gelen gazeteci arkadaşını kıskanan ve bebeğini bile uyutamayan bir babayı, içkici bir beyaz yakalının amirinden işittiği azarı, sevilen hizmetçinin işindeki başarısızlıklarını, yıllar önce ayrıldığı kadının ölüm haberini alan adamın kendini suçlayışını, belediye seçimlerinde parti mensuplarının milliyetçi tartışmalarını, yine milliyetçiliğin yükselişinden yararlanan bir annenin kızını ünlü bir müzisyen yapma çabasını, dinden uzaklaşmış yaşlı bir adamı arkadaşlarının arınmaya davet etmesini, bir dans gecesinin ardından karısının eski sevgilisini ve ölümünü öğrenen bir adamın ölüm ve yaşam üzerine düşüncelerini.

Sanatçının toplumu anlamak için topluma tepeden bakması gerektiğini düşünüyor, biliyor James Joyce. Hikayeler aslında İrlanda’yı anlatıyor, İrlanda’nın insanlarını. Her birinin yaşayamadığı hayatların ve yaşadıklarına tutsak olduklarının farkında. Bunu Joyce “Niyetim ülkemin manevi tarihini anlatmaktı” diyerek açıklıyor. Fakat bana göre burada İrlanda yerine her ülke konabilir, çünkü insanların üzerindeki bu tutsaklık evrensel. Joyce bu tutsaklığı ölümle de ilişkilendiriyor, ona göre en büyük tutsaklık ölümün kendisi. Bu yüzden sıkça tabutlardan, ölülerden bahsediyor. Bu yüzden kitabın elli sayfalık son hikayesinin ismi “Ölüler” ve bütün kitabı hikayenin ve kitabın son cümlesinde şöyle özetliyor: “Ruhu yavaşça bayılır gibi oldu işitince karın hafifçe yağdığını evren boyunca ve yağdığını hafifçe, nihaî sonlarının inişi gibi, bütün yaşayanların ve ölülerin üzerine.”

Yazacak çok şey var ama uzatmak istemiyorum. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” ile “Dublinliler” birbirini tamamlayan iki kitap, bu nedenle önereceğim zaman ikisini beraber öneririm, ama kesinlikle de öneririm. Belki 125. yıl baskısı gibi ikisini birleştiren bir baskı çıkarsa bir gün, hiç düşünmeden alırım. Son olarak, bu kitabı yıllarca yayınlamamakta ısrar eden yayıncılara selamlarımı iletiyorum.

21 Haziran 2018 Perşembe

Filin Yolculuğu, Saramago - Kitap Yorumu

“Bizi biz yapan hep kusurlarımız, iyi niteliklerimiz değil.”



Kırmızı Kedi’den okudum. Kitabın başında çeviri ile alakalı bir önsöz bulunuyor, bu sebeple neyin ne olduğunu anlamakta zorlanmıyorsunuz. Çevirideki gariplikler de genelde Saramago’nun anlatımındaki garipliklerinden kaynaklı, fakat olumsuz bir durum yok ortada. Baskısı, kapağı hoş zaten, öneririm. Kitaba gelirsek;

Kitabın konusu Lizbon’dan Viyana’ya gitmek üzere yola çıkan bir filin, fil terbiyecisinin ve kral tarafından görevlendirilen, fili koruyacak olan bir süvari birliğinin yolculuk hikayesi.
Öncelikle fil terbiyecisi Subhro karakterinin çok başarılı olduğunu söylemeliyim. Sakin fakat baş kaldıran karakteriyle Avrupa’nın içinde bir Hintli olarak farklılığını her bölümde görebiliyoruz. Gezileri boyunca sanki kutsallığa sahipmiş gibi parlıyorlar sürekli fil Süleyman ve Subhro. Hiç fil görmemiş, Hint mitolojisi duymamış insanları ve Avrupa’da işlerin nasıl yürüdüğünü yavaş yavaş öğrenen Subhro’yu okumak keyif veriyor gerçekten. Bunun yanında 16. Yüzyılın ortalarında devletlerin güçlerini, saray içlerini esprili bir dille görmek ilginç. Özellikle Avusturya’nın Avrupa’ya yaydığı korku ilgimi çekti.

Evet, kitabın gerçekten orijinal bir konusu var. Her kitapta bir filin yolculuğunu okuyamazsınız, veya 16. Yüzyılda geçen kaç tane roman vardır ki zaten? Ama kitabın arka kapağında yazdığı, ya da benim de ilk cümlemde dediğim gibi bu tamamen bir “yolculuk”, ya da “gezi” hikayesi değil. Nedeni ise başlarda sorun teşkil etmeyen fakat kitabın sonuna doğru kendini fazlaca hissettiren bir şey: olayların sürekli Saramago tarafından kesilmesi. Alpler’i geçerken bir söze dikkat çekiyor yazar ve sayfalarca kelimenin etimolojik kökeninden bahsediyor mesela. Veya neyin ne demek olduğunu anlatmaya çalışırken anlatıda kayboluyor. Romancılıktan deneme yazarlığına geçiyor yani arada, sonra roman yazdığını hatırlamış gibi konuya geri dönüyor. Hal böyle olunca kitabın akıcılığı pek kalmamış, sürekli konsantre olarak okumak gerekiyor. Bu da biraz yorucu ve birçok okuyucuyu sıkabilecek bir nokta. Ölmeden önceki son senelerinde kaleme almasına bağlıyorum bu durumu. Belki kitabı gözden geçiren yakınları bu durumu ona iletti ve bu sebeple ilk 150 sayfada Lizbon’dan Madrid’in hemen kuzeyine ancak ulaşan ekibimiz geri kalan 50 sayfada Madrid’in kuzeyinden Viyana’ya vardı.

Özetle, hikaye olarak çok başarılı fakat anlatımı hikayeyi gölgelemiş. Kötü bir kitap denemez, kitabı severek okudum. Belki daha fazla Saramago okumuş olduktan sonra okusam daha iyi olabilirdi. Bu cümlenin eş anlamlısı da şu herhalde: Saramago’ya başlangıç kitabı değil Filin Yolculuğu kesinlikle. Okumaya başlamadan önce bunun daha çok bir anlatı-roman olduğu göz önüne koyulursa sonuç da daha iyi olur diye düşünüyorum.