16 Temmuz 2018 Pazartesi

Kum Kitabı, Borges - Kitap Yorumu


"Eğer siz ben idiyseniz 1918'de kendisinin de Borges olduğunu söyleyen yaşlı bir beyefendi ile karşılaşmanızı unutmuş olmanız nasıl açıklanabilir?"


İletişim’in mükemmel Klasikler serisinden (6. Baskı) okudum. Ne yalan söyleyeyim, böyle güzel basımlar olunca insanın daha bir okuyası geliyor. Yalnız Yıldız Ersoy Canpolat çeviride muazzam bir iş çıkarmış diyemeyeceğim. Kitabın anlamakta güçlük çektiğim paragrafları sanki çeviriden kaynaklıymış gibi geldi, ne kadar garip çevirmiş dediğim kısımlar oldu. Borges’in garip cümlelerinden de olabilir ama, yalnızca not olarak ekleyim dedim. Kitaba gelirsek;

Arka kapağında yazan “fantastik edebiyatla harmanladığı öykü kitabı” diye geçiyor, ben de bu öyküleri fantastik öyküler sanıyordum. Fantastik ögeler var, ama fantastik öyküler değil bunlar. Ön kapağındaki güzel resim de bu yanılgıya düşmemi sağladı. Bu kitap aslında bir büyülü gerçekçilik kitabı. Bitmeyen kitaplar, kişinin genç haliyle diyaloğu, canavarlar yalnızca gerçek dünyayı yansıtmak için var, yani kulağa zıt gelse de sıradanı sergilemek için kullanılmış büyülü bir dil.

İlk okuduğum Borges kitabıydı ve bunun kurbanı olduğumu düşünüyorum. Hikayelerin ne demek istediğini az çok anladığımı düşünüyorum, gerçekten beğendiğim hikayeler vardı. Öteki, Kongre, Armağanlar Gecesi, Yorgun Bir Adamın Düşülkesi, There Are More Things öyküleri nispeten anlatmak istediğini direkt anlattığı hikayelerdi ve bu sebeple en beğendiklerim (en iyi anladığım için) oldu. Fakat diğer öyküleri beğenmedim desem haksızlık yapacağımı düşünüyorum. Çünkü, bu his her kitapta gelmez bana, diğer öyküler ağırlık sahibi öykülerdi. Borges’in demek istediğinin çok azını anlayabildim o öykülerde, mesela Undr, Ayna ve Maske öyküleri. Yalnızca çok iyi olduğunu düşündüğüm birkaç öyküyü not edip daha sonra tekrar okuyacağım.

Bir de şunu eklemek istiyorum. Öyküleri bir anlatıcı eşliğinde anlatması güzel bir şey, birinde “Elyazmasını şurada buldum böyle diyor”, “Hikayemiz aslında şurada başladı” benzeri cümleler var öykülerin başında. Fakat istisnasız her öyküde bunu denemesi bir noktadan sonra tekrar hissi yaratmadı değil.

Harika bir öykü kitabıydı diyemesem de şunu demek istiyorum: Bu kitaba saygı duydum.

5 Temmuz 2018 Perşembe

Cennet Başka Yerde, Llosa - Kitap Yorumu


"Öyle ya! Dualarla, vaazlarla, olmadı zor kullanarak, itaati öğrensinler diye çocukluktan ihtiyarlığa yoksulları kıstırılmış halde tutmak için rahibeler ve askerler el ele, kol kolaydı."


Mario Vargas Llosa’nın kitaplarını çeviren tek yayınevi Can Yayınları’ndan okudum. Saliha Nilüfer’in çevirisi başarılı. Kapağına Paul Gauguin’in tablosunu koymaları ekstra güzel olmuş. Kitaba gelirsek;

Açıkçası, kitabı satın almadan önce ne Paul Gauguin’i ne de Flora Tristán’ı tanıyordum. Cahilliğime verin. Kitabın bir çifte biyografi olduğunu öğrendiğimde çok meraklandım, sonuçta elimde 19. yüzyılın en önemli ressamlarından biriyle en önemli feministlerinden birinin hayatı vardı. Biyografi derken, şunu belirtmeliyim, kitapta kurgu olan kısımlar da var. Çünkü kitap sade bir biyografi gibi yalnızca olayları aktarmıyor; kitabın bir anlatıcısı var. Bu anlatıcı ikinci tekil şahısı kullanarak Gauguin ve Tristan’a dostça sesleniyor ve hislerine eşlik ediyor. Yani, mesela Gauguin bir gece vakti evden ayrıldıktan sonra Van Gogh’un bu durumu kabullenemeyip kulağını kesmesi doğru olsa da, kitapta geçen Gauguin’in evden ayrıldığında düşündükleri ve söylediklerinin birebir doğru olduğunu beklemek abes olur. Bu durumu eleştiren de var öven de. Ben biyografi okumak için almadığımdan kitabı, benim için bir problem yoktu. Fakat ısrarla Gauguin veya Tristan’ın biyografisini okumak istiyorsanız, bazı kısımlarda kendinizi “Burası gerçek mi? Değil mi?” diye sorarken bulabilirsiniz.

Gauguin, Van Gogh’un yakın arkadaşlarından biri. Van Gogh’un her zaman yapmak istediği fakat ruhsal sorunları nedeniyle yapamadığı, ‘medeniyetten uzaklara yerleşip sınırsız dünyanın tadını çıkarmak’ eylemini gerçekleştiren kişi Gauguin. Medeni denen Avrupa geleneklerinin, aile ve cinsellik anlayışının, kuvvetli insan ilişkilerinin kendi sanatını baltaladığını düşünen Gauguin cennet olduğunu düşündüğü Polinezya’nın Tahiti kentine yerleşiyor her şeyini geride bırakarak. Sınırsız bir cinselliğin yaratıcılığı arttırdığı düşüncesiyle yaş sınırı dahi göz etmeden kadınlarla yatıyor. (rahatsız edici kısımları var – tablolarında da var rahatsız edici kısımlar)

Diğer taraftan Gauguin’in anneannesi Flora Tristan’ın ölmeden önceki son yılında yaptığı Avrupa (Fransa) seyahatlerini okuyoruz. Kapitalizmin merkezinde işçileri örgütlemeye çalışınca tabi başına şaşırtmayan olaylar geliyor, güzel bir kadın olması da cabası. Cinsellik Tristan’a göre tam tersi, erkeklerin içlerindeki vahşiliği ortaya çıkarmak için kullandıkları bir araç. Kitabın en dikkat çekici kısmı da bu zaten, sırasıyla cinsellik hakkında birbirine zıt iki görüşte insanları hayatlarını ve ikisinin de yeryüzündeki cenneti bulmaya çalışmasını okumak. Tabii kitabın içindeki karamsarlığı anlamak için adını bir kez okumak yetiyor. Siz de okurken durup durup düşünüyorsunuz: Sahi, nerede bu cennet?

3 Temmuz 2018 Salı

İnce Memed 1, Kemal - Kitap Yorumu

"Hiç birisinin ağzından çıt çıktığını, duydunuz mu? Bize ne beddua ettiler, ne üstümüze taş attılar, ne sövdüler. Taş kesilerek öylecene baktılar kaldılar. Bunu görmeyeydim. Kendi ölümü göreydim de bunu görmeyeydim."


Yapı Kredi Yayınları'nın 41. baskısını okudum. Baskıda doğal olarak bir sorun yoktu. Yalnız önsöz, ya da sonsöz ekleselermiş daha iyi olurmuş. Sıradan bir kitap değil sonuçta. Kitaba gelirsek;

Herkesin ismini cismini ezbere bildiği bir kitap İnce Memed. Konusunu anlatmaya girişmeyeceğim bu sepeble. Fazlasıyla geç kaldım okumak için, nihayetinde de okudum. Hepimiz biliriz Memed’in hikayesini üstünkörü, üstüne üstlük ben kitabın sonunu da biliyordum. Yine de bu durum kitabı okurken aldığım zevki hiçbir şekilde baltalamadı. Nedeni hikayenin baştan sona çok kuvvetli olması. Karakterleriyle, olaylarıyla İnce Memed’in kurgu olduğuna inanmak bir hayli zor. Avucunun içi gibi bildiği belli olan Çukurova köyleri ve halklarını öyle güzel anlatıyor ki Yaşar Kemal, bütün o tecrübeyi, yaşanmışlıkları aktarabiliyor. Yalnız Memed değil, yan karakterler de ustalıkla yaratılmış; Topal Ali’sinden Cabbar’ına, Hürü Anasından Iraz’ına, hepsi için “Evet, bu karakteri ben tanımam mı?” dedim. Romanlar gerçek değildir fakat gerçeği anlatır ya hani, bu sözü destekleyecek en güzel örnek olabilir İnce Memed.

Kitabın en çarpıcı noktası bütün kötü insanlara karşı iyiliğin ışıl ışıl parlayışını göstermesi. Benim için kitabın verdiği en önemli mesaj iyiliğin dünyada hiç de azımsanmayacak kadar olması. Evet, fazlaca kötü karakter var kitapta, dediklerimle çelişiyor gibi. Fakat Abdi Ağalara, Kalaycı Osmanlara rağmen, Yaşar Kemal ısrarla demek istiyor ki, insanlar kötü değillerdir, hatta iyilerdir. Memed’in de dediği gibi, ne kadar iyi insanlar var şu dünyada... O iyi insanların varlığından emin olmasa Yaşar Kemal, Memed’i bindirip atına, çıkarmazdı Çukurova dağlarına.

Topraklarımızda yazılan en iyi romanlardan olduğu söylenir. Sırasını bilmem ama, bundan üç yüz yıl sonra da ilk önerilecek, eskinin ne olduğunu en güzel anlatacak kitaplardan biri olmaya devam edecek, bunu biliyorum.

26 Haziran 2018 Salı

Dublinliler, Joyce - Kitap Yorumu

“Kapıda yoksul bir din adamı ya da yoksul bir aktörü andıran bir adam belirdi. Siyah elbisesi, bodur vücuduna sıkı sıkı oturacak şekilde iliklenmişti. Yakasının papaz yakası mı, yoksa sivil yakası mı olduğu anlaşılmıyordu...”



İletişim Yayınları’nın klasikler için hazırladığı baskısından okudum kitabı. Klasiklerde, eğer baskısı varsa, İletişim’i tercih etmeye çalışıyorum zaten. Gerçekten o kaliteyi hissettiriyor bana. Çevirisi zaten Murat Belge’ye ait. Çeviri ve baskının yanında bir önsöz ve sonsöz de bulunuyor ve kitabı daha da anlamlandırıyor. Kitaba gelirsek;

Nasıl başlasam bilemiyorum. Şöyle söyleyeyim, eğer James Joyce’un hayatından bihaberseniz, yani çocukluğu, din, milliyet ve aile ile ilişkisi ve bu kavramlara bakış açısı, İrlanda’dan ayrılış sebebi, sanata bakışı; kısacası ‘Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni okumadıysanız, yalnızca önsöz ve sonsözden faydalanarak da hikayeleri beğenerek okuyabilirsiniz bence. Her bir hikaye kendi içinde çok başarılı, anlatmak istediğini sessizce işleyerek anlatıyor Joyce. Eğer, hâlâ her hikayenin ayrı olarak ayakta durduğunun da farkında olarak, kitabın tamamını çevreleyen ortak temanın önemi kavranırsa ortaya kalitesi fersahlarca öteden gözüken bir kitap çıkıyor. Şunu da belirtmek istiyorum, bir hikaye kitabının ortak bir temasının olması onu ‘roman’ yapmaz, Dublinliler hala bir hikaye kitabı. Öte yandan hikayelerin üstünde bu kadar başarılı işlenmiş bir ortak tema var mıdır? Herhalde bu düşük bir ihtimaldir.

Ortak tema yaşanan tek hayatın yaşanmayan diğer tüm hayatları var olmamaya hapsetmesi. Şöyle düşünüyorum da, bu tema nasıl hayranlık uyandırmasın? Joyce’un sanatçı kimliğini ortaya çıkarmak için İrlanda’dan ayrıldığını biliyoruz. Sonrasında düşünüyor Joyce, İrlanda’da kalsaydı ne olurdu? Ve başlıyor çocukluktan yaşlılığa, giderek büyüyen on beş hikayesine. Anlatıyor her birinde: babası gibi sevdiği papazın ölümüyle kendini tutsak eden çocuğu, okuldan kaçmak için toplanan çocukların kaçamayışını, sevdiği kıza unutkan babası yüsünden hediye alamayan genci, Arjantin’e kaçıp evlenmek isteyen genç kızın evinden ayrılamamasını, ecnebilere hayranlık duyan İrlandalıların heyecansız kumarlarını, hizmetçi kızdan para koparmaya çalışan iki çapkın adamı, sıradan bir hayat sürmesin diye kızını aklı başında bir adamla evlendirmeye çalışan kadını, yurtdışından gelen gazeteci arkadaşını kıskanan ve bebeğini bile uyutamayan bir babayı, içkici bir beyaz yakalının amirinden işittiği azarı, sevilen hizmetçinin işindeki başarısızlıklarını, yıllar önce ayrıldığı kadının ölüm haberini alan adamın kendini suçlayışını, belediye seçimlerinde parti mensuplarının milliyetçi tartışmalarını, yine milliyetçiliğin yükselişinden yararlanan bir annenin kızını ünlü bir müzisyen yapma çabasını, dinden uzaklaşmış yaşlı bir adamı arkadaşlarının arınmaya davet etmesini, bir dans gecesinin ardından karısının eski sevgilisini ve ölümünü öğrenen bir adamın ölüm ve yaşam üzerine düşüncelerini.

Sanatçının toplumu anlamak için topluma tepeden bakması gerektiğini düşünüyor, biliyor James Joyce. Hikayeler aslında İrlanda’yı anlatıyor, İrlanda’nın insanlarını. Her birinin yaşayamadığı hayatların ve yaşadıklarına tutsak olduklarının farkında. Bunu Joyce “Niyetim ülkemin manevi tarihini anlatmaktı” diyerek açıklıyor. Fakat bana göre burada İrlanda yerine her ülke konabilir, çünkü insanların üzerindeki bu tutsaklık evrensel. Joyce bu tutsaklığı ölümle de ilişkilendiriyor, ona göre en büyük tutsaklık ölümün kendisi. Bu yüzden sıkça tabutlardan, ölülerden bahsediyor. Bu yüzden kitabın elli sayfalık son hikayesinin ismi “Ölüler” ve bütün kitabı hikayenin ve kitabın son cümlesinde şöyle özetliyor: “Ruhu yavaşça bayılır gibi oldu işitince karın hafifçe yağdığını evren boyunca ve yağdığını hafifçe, nihaî sonlarının inişi gibi, bütün yaşayanların ve ölülerin üzerine.”

Yazacak çok şey var ama uzatmak istemiyorum. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” ile “Dublinliler” birbirini tamamlayan iki kitap, bu nedenle önereceğim zaman ikisini beraber öneririm, ama kesinlikle de öneririm. Belki 125. yıl baskısı gibi ikisini birleştiren bir baskı çıkarsa bir gün, hiç düşünmeden alırım. Son olarak, bu kitabı yıllarca yayınlamamakta ısrar eden yayıncılara selamlarımı iletiyorum.

21 Haziran 2018 Perşembe

Filin Yolculuğu, Saramago - Kitap Yorumu

“Bizi biz yapan hep kusurlarımız, iyi niteliklerimiz değil.”



Kırmızı Kedi’den okudum. Kitabın başında çeviri ile alakalı bir önsöz bulunuyor, bu sebeple neyin ne olduğunu anlamakta zorlanmıyorsunuz. Çevirideki gariplikler de genelde Saramago’nun anlatımındaki garipliklerinden kaynaklı, fakat olumsuz bir durum yok ortada. Baskısı, kapağı hoş zaten, öneririm. Kitaba gelirsek;

Kitabın konusu Lizbon’dan Viyana’ya gitmek üzere yola çıkan bir filin, fil terbiyecisinin ve kral tarafından görevlendirilen, fili koruyacak olan bir süvari birliğinin yolculuk hikayesi.
Öncelikle fil terbiyecisi Subhro karakterinin çok başarılı olduğunu söylemeliyim. Sakin fakat baş kaldıran karakteriyle Avrupa’nın içinde bir Hintli olarak farklılığını her bölümde görebiliyoruz. Gezileri boyunca sanki kutsallığa sahipmiş gibi parlıyorlar sürekli fil Süleyman ve Subhro. Hiç fil görmemiş, Hint mitolojisi duymamış insanları ve Avrupa’da işlerin nasıl yürüdüğünü yavaş yavaş öğrenen Subhro’yu okumak keyif veriyor gerçekten. Bunun yanında 16. Yüzyılın ortalarında devletlerin güçlerini, saray içlerini esprili bir dille görmek ilginç. Özellikle Avusturya’nın Avrupa’ya yaydığı korku ilgimi çekti.

Evet, kitabın gerçekten orijinal bir konusu var. Her kitapta bir filin yolculuğunu okuyamazsınız, veya 16. Yüzyılda geçen kaç tane roman vardır ki zaten? Ama kitabın arka kapağında yazdığı, ya da benim de ilk cümlemde dediğim gibi bu tamamen bir “yolculuk”, ya da “gezi” hikayesi değil. Nedeni ise başlarda sorun teşkil etmeyen fakat kitabın sonuna doğru kendini fazlaca hissettiren bir şey: olayların sürekli Saramago tarafından kesilmesi. Alpler’i geçerken bir söze dikkat çekiyor yazar ve sayfalarca kelimenin etimolojik kökeninden bahsediyor mesela. Veya neyin ne demek olduğunu anlatmaya çalışırken anlatıda kayboluyor. Romancılıktan deneme yazarlığına geçiyor yani arada, sonra roman yazdığını hatırlamış gibi konuya geri dönüyor. Hal böyle olunca kitabın akıcılığı pek kalmamış, sürekli konsantre olarak okumak gerekiyor. Bu da biraz yorucu ve birçok okuyucuyu sıkabilecek bir nokta. Ölmeden önceki son senelerinde kaleme almasına bağlıyorum bu durumu. Belki kitabı gözden geçiren yakınları bu durumu ona iletti ve bu sebeple ilk 150 sayfada Lizbon’dan Madrid’in hemen kuzeyine ancak ulaşan ekibimiz geri kalan 50 sayfada Madrid’in kuzeyinden Viyana’ya vardı.

Özetle, hikaye olarak çok başarılı fakat anlatımı hikayeyi gölgelemiş. Kötü bir kitap denemez, kitabı severek okudum. Belki daha fazla Saramago okumuş olduktan sonra okusam daha iyi olabilirdi. Bu cümlenin eş anlamlısı da şu herhalde: Saramago’ya başlangıç kitabı değil Filin Yolculuğu kesinlikle. Okumaya başlamadan önce bunun daha çok bir anlatı-roman olduğu göz önüne koyulursa sonuç da daha iyi olur diye düşünüyorum.

1 Mayıs 2018 Salı

Ayı, Faulkner - Kitap Yorumu


"...ama herhalde Sam'in gözleri açıktı gene onlardan da kulübeden de ileride, bir ayının ölümüyle bir köpeğin ölüşünden daha ilerlerde gördüğü o derin bakışıyla."


De Yayınevi baskısıyla okudum, 19. Yüzyıl nostaljisini hissettirdi bana. Kitabı zaten çevirileriyle ünlü olan Murat Belge çevirmiş, bu yüzden kaliteli bir çeviri olduğunu söylememe dahi gerek yok sanırım. Hatta Murat Belge dışında bir çevirisi yoksa gerek de yok. Kitaba gelirsek;

“Go Down, Moses” adıyla 1942’de yayınlanan ve birbirleriyle alakalı yedi hikayeden oluşan öykü kitabının (roman diyenler de var) en uzun hikayesi aslında “The Bear”, fakat öyle ünleniyor ve övülüyor ki sonraları ‘novella’ olarak tek başına da basılıyor. Faulkner’ın en iyi eseri olduğunu iddia edenlerden tutun da ekokritik edebiyatın baş tacı olduğunu söyleyenlere kadar hakkında birçok denen şey var. Övgüye değer mi konuşmadan önce kitapta neler olduğuna bakarsak:

(Spoiler içeriyor.)
En genel tabiriyle bir av-avcı hikayesi bu, Koca Ben isimli ormanın en güçlüsü bir ayı var ve karakterimiz Isaac’in 10 yaşından itibaren içinde bulunduğu avcılar için adeta bir ölüm kalım meselesine dönüşmüş durumda Koca Ben. Her yılın kasım ayında toplanıp ormana yalnızca Koca Ben’i avlamaya gidiyorlar ve bu artık onların dini bir ritüeli haline gelmiş gibi. Kitabın başlarında Isaac yaşı küçük olduğu için henüz ayıyı avlamaya gidemiyor fakat geri gelmelerini beklerkenki düşünceleri kitabın ana temasını oluşturuyor: Herkesin ayının ölümlü olduğunu ummasına rağmen içten içe ölümsüz olduğuna inandığını, yine ayıyı öldüremeden geleceklerini, zaten kimsenin bunu istemediğini, ormana yalnızca yıllık törenlerini tamamlamaya gittiğini düşünüyor. Gidişlerini tam olarak şu sözlerle tanımlıyor Isaac-Faulkner: “Koca ayının öfkeli ölümsüzlüğüne yapılan yıllık tören-tapınma.” Bu şekilde yıllar geçiyor ve Isaac bu törene katılacak yaşa geliyor. Yılların verdiği yaralanlamalar ve yorgunluk ile ayı artık eskisi kadar güçlü değil ve gerçekten de bir gün ayıya bana göre hikayenin en önemli ikinci karakteri Boon öldürücü darbeyi vuruyor. Fakat kitabın “doruk noktası” gibi gözüken bu sahnesi hiç beklendiği gibi gerçekleşmiyor, sessiz ve sakince, sanki bir şeyler yanlışmış gibi. Ardından Isaac daha da büyüyor, kitabın sonlarına doğru bütün cümlelerin, eylemlerin, noktalama işaretlerinin karıştığı bir bölümde kitabın manasını ortaya çıkaran toprak ve insan düşüncelerini okuyoruz Faulkner’dan. Kitap ayıyı öldüren Boon’un Isaac’a ormandaki sincapları ellememesi için bağırışıyla sonlanıyor.

Burada elbette muazzam bir alegori var. Ayı ölümsüz, yenilmez nitelikleriyle doğayı sembolize ediyor, avcılarımız ise doğanın avcısı olan insanlığı. Doğayı kontrol etme isteği insanoğlunun, öyle bir hal alıyor ki güdülerin önüne geçiyor ve insanı kontrol etmeye başlıyor. Fakat nihayetinde bunu başardıklarında ortaya çıkan sonuç pek de iyi olmuyor, verilen onca kayıp ve üzüntüler kişiyi düşüncelere sevk ediyor. Isaac burada bana göre bir peygamber görevi görüyor, her şeye tanıklık etmiş, çıkarları ve hataları görmüş, olgun değilken ses çıkaramamış olanlara fakat olgunlaştığında düşüncelerini, herkese karşı olarak, ortaya koymuş, toprak ve köle sahipliğini kesin olarak reddeden, dini simgeleyen bir karakter. İnsanı Tanrı’nın kendi varlığını dünyada temsil etsin diye yarattığını söylüyor, toprağa ve diğer insanlara sahip olsun diye değil. Ve istemiyor ona kalan mirası, onun istediği ormanı son bir kez görmek yalnızca, özür dilemek için değil belki ama, hüznünü göstermek için en azından. Fakat değiştiremiyor hiçbir şeyi elbette, bunu da büyük bir ustalıkla gözümüze çarpıtıyor Faulkner Boon karakteri ile. Hani şu ayıyı öldüren, doğayı kontrol etmeyi başaranlar var ya! Bir kere almış bunun tadını, gözü dönmüş bu noktadan sonra, Isaac’a bağırıyor, defolmasını söylüyor bu ormandan: “Birine bile dokunamazsın! Benim onlar!”
(Spoiler bitiyor.)

Tanımlamam gerekirse bu kitabı, ‘güzel bir sanat eseri’ derim. Sade, çarpıcı, binlerce sayfalık kitaplara eşdeğer ve olması gerektiği kadar zor ve en önemlisi kitapların büyük çoğunluğunun aksine bir sanat eseri. Faulkner’a şapka çıkarmak gerekiyor gerçekten. İyinin kötünün dışında, edebiyat nasıl yapılır gösteriyor herkese.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Mrs. Dalloway, Woolf - Kitap Yorumu

"...Ne olurdu onu sayfiyede kendi haline bıraksalardı da, o da istediğini yapsaydı, ama onu zambaklara benzetiyorlardı ve partilere gitmek zorunda kalıyordu, oysa babasıyla ve köpekleriyle sayfiyede yalnız olmaya kıyasla Londra öyle kasvetliydi ki."


Remzi Kitabevi'nin ilk baskısından okudum. Kapağının çirkinliği dışında her şey güzel, ilk baskı olmasına rağmen çeviride bir sorun yok. Kitaba gelirsek;

Sanırım ilk cümlesini dahi herkesin bildiği bu kitabın konusunu da herkes biliyordur. Sayfalarca yazılan yorumlar, övgüler, yergiler var. Bunları atlayarak direkt dikkatimi çeken ve kitabı bir bütün olarak baktığımda vasat bir roman olarak görmeme sebep olan kısma geçeceğim.

Kitabın ismi "The Hours" olsaymış daha iyi olurmuş, zira "Mrs. Dalloway" ismi biraz yanıltıcı, hele de kitabın bilinç akışı yöntemiyle yazıldığını düşünürsek. Çünkü, benim gördüğüm kadarıyla, bu bilinç genelde yalnızca birinin, kitabın kahramanının genellikle, bilincidir ve bu bilinç içerisinde kitap boyunca sürükleniriz. Mrs. Dalloway'de bilinç bir karakter için değil de karakterler için var. Yalnızca Clarrissa Dalloway'in değil, hatta çoğunlukla bile değil, kitaptaki neredeyse bütün karakterlerin bilinçlerine girip çıkıyoruz. Peter, Sally, Lady Bruton, Septimus, Rezia ve hatta bazı kısımlarda kimin bilincini okuduğumuzu bile bilmiyoruz. Bu durum kitabı Mrs. Dalloway olmaktan çıkarıyor ve dakikaları dahi hissedebildiğimiz "Saatler"e dönüştürüyor bence. Bu noktaya kadar hiçbir sorun yok, tek bir bilinç değil de bilinçleri kullanmak istemiş olabilir. Bu kitabın artı yönü bile olabilir. Benim için asıl sorun bu bilinçler arasındaki bağlantı. Karakterlerin düşüncelerinin ortak noktası Clarrissa değil; aslında bilinçler ortak bir amaca hizmet etmiyor. Her karakter sanki ana karakter olarak yaratılmaya çalışılmış, sonra yan karakter olmaya mahkum edilmiş gibi. Yazar bize bir yandan Septimus'u anlatmak istiyor, fakat Clarrissa'yı anlatması gerektiğini bildiği için (veya esasen bunu istediği için) bir noktadan sonra bu günahından dönüyormuş hissi veriyor. Bu açıdan, çoğu zaman kitaplar için gereksiz yere uzatıldıkları söylenir, Mrs. Dalloway bence gereksiz yere kısaltılmış. Woolf bir karaktere diğerlerinden fazla önem verip, o karaktere hizmet etmeyen noktaları çıkarabilirdi, veya her birine daha fazla alan ayırıp ortaya muazzam bir dönem romanı çıkarabilirdi. Muazzam diyorum çünkü anlatım tarzı ve bilinç akışı tekniğini kullanma biçimi övgüye değer. Fakat bu karakter zenginliği içerisinde bütün kitabı Clarrissa'nın aşklarına hapsetmek kitabı potansiyelinden aşağıda bir noktaya hapsetmiş. Faulkner'ın bu kitapla yakın zamanlarda çıkan "Döşeğimde Ölürken" isimli kitabının bilinçlerin akışına, ortak bir amaca hizmet ettikleri için, daha iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Bundan iyi kitaplarının olduğunu umuyorum kalemini ustaca kullanabildiğinden dolayı. Bu yüzden diğer kitaplarını listeme ekliyorum.

25 Mart 2018 Pazar

Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, Joyce - Kitap Yorumu


"Ben kollarımda yeryüzüne henüz gelmemiş güzellik sıkmak istiyorum."


İletişim Yayınları'nın 5. baskısından okudum. Murat Belge'nin çevirisi harika, tek eksik yanı dahi yok, son sözü de aklınızdaki eksikleri dolduruyor. Gerçi başka bir yayınevinden çıkıyor mu bilmiyorum ama çıkıyorsa da İletişim'den okuyun bence. Kitaba gelirsek;

James Joyce’un ilk düzyazı eseri denilebilir Sanatçı’nın Portresi, daha “ilkel” versiyonu olan Stephen Hero’yu hesaba katmaz isek. Bin sayfa civarı olan Stephen Hero’da yalnızca üniversite yıllarını, tamamen otobiyografik anlatan Joyce aldığı onca retten sonra kitabı o zamanlar yeni yeni geliştirdiği anlatım teknikleriyle birleştirip kısaltarak Sanatçı’nın Bir Genç Adam Olarak Portresi’ne çevirmiş. Aslında kısaltarak demek pek doğru olmaz, hatta belki genişleterek dahi diyebiliriz. Çünkü bu kitap henüz ergenliğe girmemiş Stephen’dan başlıyor ve yetişkinliğine uzanıyor, ve daha önemlisi Stephen Hero’daki onlarca sayfa anlatıları birkaç paragrafta sembolize bir anlatıyla topluyor. Bu da şu demek: Elimizde üç yüz sayfa civarı “konsantre” bir kitap var.

Joyce’un dediğine göre bu kitabı anlamak için on sene okumamız gerek. Bu işin biraz mübalağalı kısmı, yine de kitabın zorluğunu gözler önüne seriyor. Bütün kitaplarında olduğu gibi bu kitaba da bilinç akışı tekniği hakim, sıradan insanların sıradan düşüncelerini yansıtmak için. Ne olacağına karar veremeyen Stephen’ın Cizvit okulunda yaşadıkları, başka bir okula transferi, taşınmaları, üniversitedeki değişimi, en temelinde Stephen’ın (Joyce’un) dine, ailesine, İrlanda’da dönemin milliyetçilik akımına başkaldırmasını görüyoruz, bütün bunların içinde Stephen’ın aklına anlık gelen, birbirlerini kesen düşüncelerle birlikte. Bu düşünsel anlatım imgelerle birleştiğinde takip etmesi zor ve takip edilesi bir hikaye haline geliyor.

Kitabın en beğendiğim yönü Stephen büyürken düşüncelerinin de yavaş yavaş olgunlaşması ve bu durumun tamamen saydam bir şekilde, sürekli gerçekleşmesi. Herhangi bir elli sayfanın başı ve sonu yazım olgunluğu olarak büyük farklar içeriyor ve bu farkın tam olarak nerede gerçekleştiği belli olmuyor, bir halıyı ince ince dokur gibi. Bir diğer bahsedilmesi gereken yönü ise kitabın sonlarındaki sanat, estetik ve güzellik hakkında diyaloglar. Joyce’un sanata, edebiyata bakışını anlamak için dikkatle okunmalı, özellikle de bu konu hakkında bir çalışma yapılıyorsa.

Ulysses’e ve Finnegans Wake’e giden yolda önemli bir geçiş noktası bu kitap. Beğenip beğenmememden öte edebiyatta önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle okunması gerekir diyemem, Joyce okurken sıkılacak binlerce okur vardır çünkü. Eserin zorluğunun kalitesini arttırdığını düşünüyorsanız benim gibi, on yıl boyunca okuyun demeyeceğim tabi ama, bir göz atmanızı tavsiye ederim.

24 Şubat 2018 Cumartesi

Uğultulu Tepeler, Brontë - Kitap Yorumu


"Ben de ona kalbimi verdim, aldı parça parça edip öldürdü, sonra gerisin geriye fırlattı. İnsanlar kalpleriyle duyarlar, Ellen. O benim kalbimi mahvettiğine göre, onun hakkında bir duygu beslememe imkan yok."


Kitabı Altın Kalem Yayınları’ndan okudum, 1993 baskısı olduğu için epey eski görünüyordu ve hikayeye çok uydu bence. Çeviride çok iyi bir iş çıkarmışlar bence, çoğu klasik eskiden kısaltılarak çevrilirmiş fakat bu tam metindi. Yazım, imla yanlışları da hemen hemen hiç yoktu. Gerçi bu kısmı uzun uzun anlatmama gerek yok, günümüzde kim bu yayınevinden okur ki bu kitabı. Kitaba gelirsek;

Türkçe’ye Uğultulu Tepeler, Uğultulu Bayır, Rüzgarlı Tepe, Rüzgarlı Bayır gibi birçok farklı isimle çevrilen Wuthering Heights tarihi olarak önemli bir metin öncelikle. Roman türünün hem erken örneklerinden, hem de bir kadın yazarın kaleminde çıkmış olması gibi artıları ve günümüze oranla nispeten ‘ilkel’ kalan yazım tekniği, sıkıntı çekmeyen kurgu akışı gibi eksileriyle incelenmesi gereken eserler arasında geliyor. Kısaca konusuna değinirsek, yerleşim yerlerinden izole iki villa sahibi ailenin çocukları ve onların çocukları arasındaki aşk ve intikam dolu yılları okuyoruz yıllarca hizmetçilik yapmış bir kadının ağzından. Arada “Emily Brontë ne yaşamış acaba?” diye sormadım değil, tabiri caizse kötü kalpli bir roman Uğultulu Tepeler, bütün karakterler çok soğukkanlı ve acımasız; kimse karşısındakini düşünmüyor, intikam alabilmek için en sevdiklerinden vazgeçecek kadar ileriye gidiyor vb. Tabi bütün bunları çarpıcı kılan son derece gerçekçi bir şekilde kaleme alınmış olmaları, belki bu özelliği kitabı ilk realist romanlardan biri yapıyor. Gerçekçiliğini arttıran bir diğer özelliği ise içinde tamamen “iyi” bir karakter barındırmaması olabilir, gerçek dünyayla daha kolay bağdaştırılabiliyor böylece yaşananlar. Bazen hikayeyi devam ettirmek için göze çarpan tesadüflere maruz kalsak da çoğunlukla hikaye tutarlı bir altyapı üzerinde ilerlediğinden kolay okunuyor. Yalnız başlarda kim kimin yeğeni, halasıydı gibi karışıklıklar oluyor isim benzerliklerinden, fakat yüzüncü sayfaya ulaşmadan karakter sayısının sınırlı olmasıyla birlikte alışılıyor.

Kesinlikle okunmalı mı? Açıkçası zorunlu okumam olmasaydı belki hayatım boyunca hiç okumazdım. Beğenmedim mi? Okurken pek yorulmadım ve eğlendim, bu yüzden pişman olmadım. Aynı zamanda o dönemin edebiyatının da izlerini taşıdığı için okuduğuma memnunum. Yine de illa 19. yüzyıl İngiliz Edebiyatı okuyacağım deniliyorsa bu romandan iyileri bulunabilir sanırım.

7 Şubat 2018 Çarşamba

Sırça Fanus, Plath - Kitap Yorumu

"Bayan Guinea bana bir Avrupa ya da dünya turu bileti vermiş olsaydı da fark etmeyecekti. Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris'te bir sokak kafesinde ya da Bangkok'ta- hep aynı sırça fanusun içinde kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım."



Kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi 10. baskısından okudum. İçeriğinde ve çeviride bir sorun göremedim. Yalnızca kapağı biraz çirkin olmuş (çok dolu), o da pek önemli bir şey değil. Kitaba gelirsek;

Upuzun bir yolculuktu bu kitap. Gerçekten son sayfayı da bitirip kitabın arka kapağını çevirdiğimde bir haftadır ilerlediğim bir tünelden çıkıyormuş hissine kapıldım. Duygusal geçişlerin bu kadar olağan ve etkileyici yapıldığı bir kitap şimdiye dek okumamıştım. 1950'lerde iş dünyasına atılmak için New York'a gelen başarılı bir öğrenciyi görüyoruz kitabın başlangıcında. Şiirler yazıyor, okulunda çok başarılı; New York burjuvasına katılarak güzel bir hayat yaşayacak... Mı? İlk birkaç bölümden sonra kitabın bu neşeli tavrı yerini yavaş yavaş karamsarlığa bırakıyor. İşin içine insan ilişkileri ve şehir problemleri dahil oluyor, biz de kelimenin tam anlamıyla bir çöküşü okumaya başlıyoruz.

İki önemli nokta var kitabı daha iyi anlamamızı sağlayacak. İlki Sylvia Plath'in kendi yaşamından yola çıkarak Sırça Fanus'u yazması. Bu bilgi kitabın inandırıcılığının ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor ve psikolojik çöküş konusunun örnekleri, en azından o dönemde, pek fazla olmadığından kitabı önemli hale getiriyor. Diğer nokta ise kitabın barındırdığı mizahi anlatım. Eğer kitap tamamen depresif bir şekilde anlatılsaydı da önemini yitirmezdi, fakat bu şekilde hem okuyucunun sağduyusunu tamamen kaybetmemesini sağlıyor hem de orjinalliğini oluşturuyor. Bazen gülümsemeler hüzünlü olur, misal şu paragraf beni hüzünlü gülümsetti:
"Doktor Nolan'ın bana neden bu kadar budalaca bir şey bıraktığını anlayamıyordum. Belki de onu geri verip vermeyeceğimi görmek istiyordu. Oyuncak kibritleri yeni, yünlü sabahlığımın etek ucuna gizledim. Doktor Nolan kibritleri isterse, onları şeker sanıp yediğimi söyleyecektim."

Kitaba edebi olarak "başyapıt" denmesini yanlış bulanlar var. Ben başyapıt mı değil mi diye tartışılması taraftarı değilim. Bir edebi metin olarak döneminin iyilerinden geri kalabilir belki, fakat bazı kitaplarda üslup, bazı kitaplarda içerik önemlidir. Bu kitapta ben ne anlatıldığının nasıl anlatıldığından önemli olduğunu düşünüyorum. Ve anlattığı şeyin önemi herkesin okumasını gerektiriyor bence.

29 Ocak 2018 Pazartesi

Mayta'nın Öyküsü, Llosa - Kitap Yorumu

"Dört korkusuz erkekle bir avuç çocuk bir kenti ele geçirmiş, polisleri etkisiz hale getirmiş, bankalardaki paraları kamulaştırıp dağlara kaçmışlardı. Bunlar yapılabiliyordu. Yapılabildiğini onlar kanıtlamışlardı. Perulu solcular bundan böyle onların ortaya koyduğu örneği gözardı edemeyecekler. Bu ülkede, devrim geliyor demekle yetinmeyen, devrimi gerçekleştirmeye çalışan birileri vardı."



Can Yayınları'nın 1992 tarihli ilk basımını okudum, çevirisi Armağan İlkin'e ait. Çeviride hiçbir sorun yoktu. Kitap yıllardır raflarda satılmayı beklediği için doğal olarak eskimiş, sanki sahaftan alınmış hissi yaratıyordu. Nostalji sevenlerin ilk baskıyı kaçırmamalarını öneririm. Hem yeni, hem eski. Kitaba gelirsek;

Alejandro Mayta bir sosyalist devrimci, bir Troçkist. 1958 yılında, Küba'da olanların tazeliğiyle içlerinde Mayta'nın da olduğu bir grup Peru'da bir devrim hareketini kalkışmışlar. Kalkışmışlar çünkü kitap aslında 1983'te geçiyor. Olaylar yaşandıktan 25 sene sonra Mayta'nın eski bir arkadaşı 1958'de tam olarak neler olduğunu öğrenmek için dönemin tanıklarıyla birbir konuşuyor ve biz de böylelikle Mayta'nın hikayesini okuyoruz. Bu hikaye ilgi çekici çünkü Mayta o zamanlar Lima'da yaşayan, haftalık devrim toplantılarına katılan, daha çok teorik diyebileceğimiz bir devrimciyken bu devrim hareketinin önemli isimlerinden biri haline geliyor. Başlarda farklı tanıkların farklı yorumlarıyla bu bir gizem olsa da kitap ilerledikçe olayların iç yüzünü öğrenmeye başlıyoruz.

Kitabın değindiği birçok nokta var. Öncelikle Ekim Devrimi'nden sonra başlayan ayrılıklara değiniyor ve bunların Peru'da nasıl kendini gösterdiğine. Başından sonuna en azından şunu bana düşündürdü: Troçkist, Stalinist ve diğer bütün sosyalist fraksiyonlar birbirinden gerçekten farklı mı? Yani, konu devrim olunca herkes bu aşırı özelleşmiş kimliğini bir kenara bırakıp yalnızca bir "devrimci" olabilir mi? Yoksa sırf bu ayrımlar yüzünden başarısızlığa uğrayan devrim hareketleri var mıdır?

Bunun yanında şu konuya da çok güzel değiniyor yazar: Devrimci olmak ne demek? İki çeşit devrimci var, birincisi sürekli devrim yapmaktan bahseden, ikincisi devrim yapmaya çalışan. Tabii ki de bu bir münazara konusu olabilir, iki taraf için de argümanlar üretilebilir, fakat yazarın değinmeye çalıştığı nokta bir yerde ikinci çeşit devrimciler ortaya çıkmaz ise birincilerin yaptığı her şeyin boş olduğu. Bu açıdan teorik devrimcileri "ülkede olanlardan habersiz" şeklinde bir yargılamayla bence hoş bir şekilde eleştiriyor.

Hikayeyi 1983 yılından bize anlatan kişi; kitapta Mayta'yı ve olayları anlatan bir kitap yazıyor ve biz o kitaptan da kısımlar okuyoruz, bütün bu devrim konularının yanında romancılığa dair de birtakım iddialar yineliyor. Özellikle romancının serbest olması, istediği noktada yalan, istediği noktada doğru hikaye anlatma özgürlüğü ve romanların en temelde yalanlara dayanması vurgulanan ve önemli noktalar. Kitap içinde kitap ve yazar kurgulayarak bu fikirlerini anlatmak istemiş Mario Vargas Llosa ve bence epey başarılı olmuş.

Mario Vargas Llosa çoğu kitabında kullandığı bir tekniği bu kitapta da kullanıyor; İngilizce'de "interlacing dialogues" olarak geçiyor, Türkçe'de olup olmadığını bilmemekle beraber ben "geçişli diyaloglar" diyorum. İki farklı zamanda yaşanan olayları diyaloglarla birbirine "geçiş" yaptırıyor ve bu sayede hem çok daha akılda kalıcı hem de okuma zevki çok yüksek bir eserle karşı karşıya kalıyorsunuz. Örneğin;
"-...Herkes devrimci papazlardan, kiliseye sızan Marksistlerden söz ediyor... Ama hiç kimse ilk akla gelecek açıklamayı yapmıyor.
- O nedir peki? (Bu iki konuşma 1983'te geçiyor)
- Gece gündüz açlıkla ve hastalıkla karşı karşıya gelmekten ötürü duyulan öfke, umutsuzluk, bu kadar büyük bir adaletsizlik karşısında kapıldığımız çaresizlik duygusu." (Bu cevap ise 1958'de geçiyor.)

Yazarın okuduğum diğer kitapları gibi çok güzeldi, bütün bir kitabı soğukkanlılıkla okudum fakat bitişine hüzünlendim. Günümüzde yaşayan belki en iyi yazarın en güzel kitaplarından biri, okunmalı. İlk dönem kitaplarının tersine daha kolay okunan bir kitap olduğundan hiç Mario Vargas Llosa okumamış birine de önerilebilecek bir kitap.

27 Ocak 2018 Cumartesi

Masalcı, Llosa - Kitap Yorumu

"Peki, benim neyim vardı? Bana anlatılanlar ve benim anlattıklarım, o kadar. Bildiğim kadarıyla, bunlar kimseyi uçurmaya yetmezdi."


Can yayınlarının üçüncü baskısıydı benim okuduğum versiyonu, tabi üçüncü baskı olduğu için ilk baskılarda hata varsa bile düzeltilmiştir. Bu yüzden ilk iki baskı için yorum yapamasam da son baskısında bir sorun olmadığını söyleyebilirim. Kitaba gelirsek;

Amazon'un derinliklerine, bizden belki daha ilkel belki daha az bozulmuş saf kabilelere, en az bizim inançlarımız kadar tuhaf ve batıl inançlara, o insanlara kendi kültürümüzü öğretmeli miyiz yoksa bizim gibi yozlaşmalarını engellemek adına onları rahat mi bırakmalıyız sorusunun ustaca ortaya atıldığı ve aynı ustalıkla cevapların arandığı ve değerlendirildiği bir münazara dünyasının içine götürüyor bizi Mario Vargas Llosa. "Medeniyetlerimizi yanlış mı kurduk?" sorusunun kafanızda sürekli dönüşünü fark ediyorsunuz bir noktada ve saf bir hayat ile günümüzü karşılaştırıyorsunuz. O kadar güzel yazılmış ki, bir noktadan sonra masalcı adı geçtiğinde ben bile çekinmeye başladım, konuşmayın daha fazla masalcıdan, bırakın onların geleneklerini kendilerine dedim. Bizim kendimizi ne hale getirdiğimiz ortada, en azından o kabilelerin bizden farklı bir yaşam seçme özgürlüklerine müdahale edilmemesi gerekiyor belki de.

Bunun yanında kitabın bölümlerinin yarısı kadarı "masalcı"nın Machiguenga kabilesinde anlattığı hikayelerden oluşuyor ve her biri kendi başına okunabilecek ayrı bir noktada, aynı zamanda romanın akışıyla uyum içinde duruyor. Kimi hikaye dinlerini terk edişini, kimisi bu yüzden nasıl cezalandırıldıklarını, kimisi zorunlu göç hikayelerini anlatıyor ve her biri yazarın hikaye anlatabilme yeteneğine hayran bırakıyor.

Kitaba başlamadan önce harika olacağından emindim. Hani bu kadarını da beklemiyordum denir ya, ben bekliyordum aslında. Beklentim ne kadar yüksek olursa olsun, Vargas Llosa o siniri aşmayı başarıyor. Bunu nasıl başarıyorsun, Tasurinchi?

26 Ocak 2018 Cuma

Bahar Karları, Mishima - Kitap Yorumu

"Zaman. Önemli olan zamandır. Zaman geçtikçe seninle ben, ne olduğunu fark etmemiş bile olsak, karşı konulmaz biçimde dönemimizin ortak görüşüne dahil edileceğiz. Daha sonra, Taişo Dönemi'nin başlarındaki gençlerin şöyle ya da böyle düşündüklerini, giyindiklerini, konuştuklarını söylerken seninle benden söz ediyor olacaklar."



Kitabı Can Yayınları'ndan Püren Özgören çevirisiyle okudum, şu güzel karlı kapaklı olan. Hiçbir sorun yoktu. Kitaba gelirsek;

Bahar Karları, Mishima'nın hayatıyla birlikte sona eren, Japonya'nın modernleşmesinin ve kendi geleneklerini kaybetmesinin hüznünü bütün gerçekliğiyle yansıtan Bereket Denizi serisinin ilk kitabı. Bütün kitaplar Honda'nın etrafında şekilleniyor, fakat bu kitapta Honda aslında bir yan karakter. 1912'de geçmesine rağmen bir dönem kitabı değil, daha çok dönem bilgilerinin araya serpiştirildiği bir aşk hikayesi. Arada romantizm biraz fazla gelebiliyor hatta, yine de sıkmıyor. Honda'nın olduğu bölümler biraz daha fazla olsaymış keşke dediğim oldu, çünkü Mishima, Honda üzerinden o kadar güzel çözümlemeler ve düşünce pratikleri yapıyor ki hayran kaldım, umarım ikinci kitap daha çok Honda üzerinden gider.

Hayatım boyunca yüzlerce kez sahil kıyısında oturmuş, sayısız dalga görmüşümdür, asla dalganın bitişine şaşıracağım ve üzüleceğim aklıma gelmezdi. Şöyle diyor Mishima: "Deniz, oturduğu yerin birkaç adım ötesinde son buluyordu. O geniş, engin, güçlü deniz tam gözlerinin önünde bitiyordu. Zaman ya da uzam için hiçbir şey bu kadar huşu verici bir sınır oluşturamazdı... ...Kumların emdiği her dalganın son kabarışına, sayısız yüzyılı aşarak gelen bu büyük gücün son saldırısına bakarken insanda uyandırdığı güçlü duygulara şaşırdı." Bahar karı gibi narin, hafif bir kitap; okuduğum her sayfa bir kar tanesinin vücuda konması gibi doğallık ve huzurla aklıma kondu. Özellikle Uzak Doğu edebiyatından hoşlananlar bir göz atmalı.

Teke Şenliği, Llosa - Kitap Yorumu

"Ondan korkmakla kalmıyorlardı, seviyorlardı onu; tıpkı dayak ve cezaların onların iyiliği için olduğuna inandırılan çocukların otoriter ebeveynlerini sevdikleri gibi."


Peral Bayaz'a şapka çıkarmak gerekiyor, onun sayesinde roman zaten Türkçe yazılmış gibi rahat okunabiliyor. Baskısında da okuma keyfini baltalayacak herhangi bir sorun yok. Kitaba gelirsek;

"Trujillo bir gülümsemeyle ödüllendirdi adamı." Halk ile Teke'nin arasındaki ilişkiyi özetliyor bu cümle. Halkını çok seven, halkı için elini kana bulamaktan ve bunu ifade etmekten çekinmeyen biri Teke (Raskolnikov'un cinayet hakkında düşündüklerinin mükemmel bir örneği bence Trujillo). Destekçilerinin de pohpohlamasıyla bu ülke için bir lütuf olduğunu düşünüyor, ülkesi için acımasız olmak zorunda. Halkının yanlış karar vermesinden korkuyor ve onlar yerine kendisi "doğru" kararları veriyor. Tüm dünyaya kafa tutmaya çalışıyor, başına bir şey gelirse yarattığı muhteşem eseri yok olur diye ödü kopuyor. Karşılığında da ufak tefek yaramazlıklar yapabileceğini düşünüyor. Seks manyağı bir paranoyak Teke.

Llosa'nın kalemi o kadar güçlü ki, gerçek kişiler için hazırladığı kurgu diyaloglar gerçeği harika bir şekilde tarif ediyor; bazen sinirlendiriyor, bazen çaresiz hissettiriyor, bazen de mutlu ediyor. Olaylar 1961 ve 1996 yıllarında geçiyor; hem suikast öncesini ve suikastın ülkeye etkilerini anlatıyor hem de o zamanlar senatör olan Agustin Cabral'ın kızı Urania'nın ülkeye dönmesiyle başlayan bir gününü. Urania'nın hikayesi hüzün verici, nedenini sonradan öğrendiğimiz, babasına karşı soğuk bir nefret ile hatıralarını okuyoruz. Roman bir çok yerde rahatsız edici, nedeni rahatsız edici bir dönemi anlatması. O kadar ilginç şeyler yaşanmış ki masal okurmuş gibi keyifle okunmuyor ve bazı yerlerde nefes almak için durmak zorunda kalınıyor. Ve birçok şey öğretiyor, 20. yüzyıl Dominik Cumhuriyeti tarihini, bir diktatörün psikolojisini, bir toplumun sosyolojisini...

Bu kitap Llosa'dan okuduğum üçüncü kitap, her ne kadar bundan iyisini okuyacağımı pek düşünemesem de Llosa'dan okuyacağım son kitap asla olmayacak. Yazar keşfettiğim için bu kadar mutlu olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, Saramago - Kitap Yorumu

"Konuyu ne kadar dolandırırsak dolandıralım, dinlerin varoluş nedeninin temelinde, ölüm olgusu yatmaktadır, din ile ölümün ilişkisi ateş ile barut gibidir, ateş olmadığı sürece barutun işlevi olmayacaktır."



Kırmızı Kedi'den okudum kitabı. Mehmet Necati Kutlu çevirmiş ve gayet temiz bir iş çıkarmış, ayrıca kapak tasarımı için de yayınevi bir tebriği hak ediyor bence. Saramago'nun kendine has (tırnak işaretsiz, parantezsiz) yazım tarzına sadık kalmaları hoş olmuş, yalnızca başlarda, alışana kadar, biraz daha dikkat ister hale getiriyor okumayı. Kitaba gelirsek;

Son derece tuhaf bir kitap. Saramago'nun okuduğum ilk kitabı ve kitabın tuhaf olmasında en büyük pay sahibi bekleneceğinin aksine kitabın konusu değil, anlatım ve dilin kullanım tarzı ve kurgusu.

İlki yüz otuz ve ikincisi yetmiş sayfa olmak üzere iki bölüme ayırabiliriz kitabı, ilk bölümü ölümün var veya yok olmasından yola çıkarak tam bir masalcı edasıyla ülkenin değişik çalışma sektörlerinin ve toplumsal hayatın geniş perspektifte anlatılması ve ikinci bölümü perspektifi epey daraltarak sadece ölümün ve duygularının belli bir olay örgüsü üzerinden anlatımı olmak üzere. İlk bölümünde herhangi bir kahraman yok denebilir, ikinci bölümünde ise ölüm ve viyolonselci kahramanlarımız. Daha yavaş akmasına rağmen ilk bölümü daha çok sevdim ben, çok nadir karşılaştığım bir anlatım tekniğiydi ve çok başarılı üstesinden gelinmişti çünkü. İkinci bölüme geçişin altı biraz boş kalmış gibiydi, dahası kitap da biraz sıradanlaştı (bu sıradanlık konuyla ilgili değil elbette) ve kitabın, misal ellili sayfalarını okuduğumdaki okuma isteğim son on sayfasında yoktu. Yine de baştan sona tuhaflığı ile yarattığı merakıyla okutturan bir kitaptı. Diğer kitaplarını okumak da zevk verecektir eminim. Saramago'ya bu kitap ile başlanır mı sorusunun cevabını bilmiyorum, fakat şunu biliyorum ki çok farklı bir dünyanın kapısı bu kitap.

Tünel, Sabato - Kitap Yorumu

"Her şeye rağmen, sadece bir tane karanlık ve yalnız tünel vardı; benim ki, çocukluğumun, gençliğimin ve geriye kalan bütün hayatımın geçtiği tünel."*


Ayrıntı Yayınları'nı başarılı buluyorum, bu yayını da güzel bir çeviriye ve sorunsuz bir baskıya sahip. Kitaba gelirsek;

Çok başarılı bir eser; başarılı derken, edebi açıdan değil, tabii ki de edebi açıdan da epey başarılı fakat ben başka bir konuya değineceğim, bir hastanın iç dünyasını, yani düşünme biçimini ve mantık ve gerçeklik algısını, aynı şekilde bunların dış dünyaya yansımasını, ağzından çıkan her cümleden ses şiddetinin dengesizliğine değin bu kadar gerçekçi anlatması kitabı bu kadar başarılı kılan. İkna edebilirlik bir romanın en önemli parçalarından biridir (kimisine göre en önemli) ve bu kitap okuyucuyu kendisinin gerçek olduğuna, ya da kurgu olmadığına kusursuz bir şekilde ikna ediyor.

Kitap aklıma biraz da Faust'un açılışındaki bir cümleyi getirdi: "Felsefe, hukuk, tıp, hatta teolojiyi bile bitirdim. Buna karşın, eskiden neysem oyum yine!" Aynı varoluşsal problemi ressamımız da yaşıyor olabilir. Beğenilen resimler yapıyor, birçok hayranı var, yine de hala her zaman ki o! Eskiden olduğundan hiçbir farkı yok, hala kimse onu anlamıyor. Ne yazık ki Mefisto'su da yok yardım edecek! Böylelikle onu anladığını düşünen ilk kişiye koşulsuz bağlanıyor. İki kişi aynı problemin kurbanı ise ikisinin de yükü hafifleyebilir, ressamımızın María'ya bağlanmasının tek sebebi kendi sıkıntılarından kurtulmak; varoluşsal anlamı, yani en temelde bütün insanların ne için yaşadığını anlayabilir, ya da en azından bu temel sorunun bilinçaltını yönlendirerek getirdiği diğer problemleri gözardı edebilecek hale gelebilir. Bu da kahramanımız ile harika bir uyum sağlıyor, çünkü zaten bu derece bencil olması gerektiğini düşünürdük. O derece bencil ki bu kadar ümit bağladığı bir cevap arayışının yarım kalmasına asla tahammül edemiyor ve empati yeteneğinin tamamen yok olmasına sebep oluyor.

İronik kısmı ise şu: Kitap hem sağlıklı hem de sağlıksız bir zihinle okunabiliyor, fakat vardıkları nokta birbirinden o kadar da farksız değil. Olayların nedenleri garipsenirken aynı zamanda makul geliyor ve bu noktada "Sabato gerçekten ne anlatmak istiyor?" diye sorulabiliyor. Bir insan bildikçe derdi artar şeklinde de düşünüyorum Castel'in durumunu. Açık kapılar birçok oda görmemize olanak tanıyor, onlardan biri Castel'in hastalığının sebebi. Ya da bir çok şeyin farkında olmasının bir sonucu mu demeli?



(*: Ayrıntı yayınlarının değil, kendi çevirimdir.)

Koca Gringo, Fuentes - Kitap Yorumu

 "Koca Gringo Meksika'ya ölmeye gelmişti."

Can Yayınları bir klasik haline geldiği için çevirisi veya baskısı hakkında pek bir şey yazmaya gerek yok, güzel bir iş çıkarmışlar. Kitaba gelirsek;

Terra Nostra’yı okuma girişimimdeki ilk durak, Fuentes’i tanımak için, Koca Gringo’ydu. Fuentes çok etkilendiğini söylediği gerçek bir olaydan, Amerikan İç Savaşı’na katılıp elli yıl sonra Meksika devriminde ölen bir gazeteci ve yazar, yola çıkmış, iki kurgusal yan (aslında onlar da ana) karakter yaratarak gizemli kalan bölgeleri kendi hayalgücüyle doldurmuş; biri annesine tecavüz edilmesiyle dünyaya gelmiş Meksikalı devrim “generali”, diğeri onu terkeden babasını asla affetmeyen Amerikalı bir öğretmen.


Üçünün bir araya gelmesiyle biz de Fuentes’in yirmi yıllık düşüncelerini yazıya aktarımını okumaya başlıyoruz: baba-çocuk ilişkileri, seks, Meksika- ABD. Özellikle sonuncusu dikkatimi çekti, devrimin hangi düşüncelere dayalı yapıldığı; Meksika’nın “medenileşmesi”, gringoların güneyden başka gidecekleri yer kalmaması, ya da “Bir gringo biz Meksikalılardan ölüm dışında ne isteyebilir ki?”


Bütün bunları Fuentes çok yoğun bir bilinçakışı tekniğiyle anlatıyor, karakterlerin iç dünyasındaki monologları, monologların karakterler arası geçişi ve bunların detaylara etkisi. Okumayı biraz daha zor, fakat bir o kadar da ilgi çekici hale getiriyor. Sanıyorum Faulkner’ı iyi tanıyan okuyucular (maalesef ben değilim) kitabı daha çok sevebilirler, bilinçakışı tekniğine aşina olmayan okuyucular Fuentes okumak isterlerse bir başka kitabından başlasalar daha iyi olabilir. En nihayetinde, emperyalizmin Latin Amerika’ya etkisini merak eden herkese öneririm, ya da daha basitçe Latin Amerika edebiyatından okumak isteyenlere.

Ölüler Evinden Anılar, Dostoyevski - Kitap Yorumu

"Hapishaneden asla çıkamayacaklardır. Zincirden kurtulmuş olanların ölünceye kadar hapishanede, pranga altında kaldıklarını pekala bilirler. Buna rağmen, zincir sürelerini bir an önce doldurmayı isterler. Zaten bu istekleri de olmasa ölmeden ya da çıldırmadan beş altı yıl zincirde dayanabilirler miydi? Kim dayanabilir ki?"


İş Bankası Yayınları'ndan Nihal Yalaza Taluy çevirisiyle okudum. Çeviride rahatsız eden hiçbir şey yoktu, hatta duyguları yansıtmada kelime seçimlerinin özenli olduğunu gördüm. Baskıda da, ikinci basım olmasının da etkisi vardır, bir sorun yoktu. Kitaba gelirsek;

Eğer birinci tekil şahıstan yazıyorsanız romanı, anlatıcıyı her yönüyle anlatmak istiyorsunuzdur: bütün duygularını ve her yaşadığını. Birinci tekil şahıs hikayeden çok karakter anlatmaktır ve elinizde güçlü bir karakter olduğuna inanmıyorsanız başka bir anlatım şeklini tercih edersiniz. Yani, normal olan budur. Fakat şunu da unutmamak gerek, kaliteli eserler hemen hemen her zaman normalin dışına çıkmışlardır. Buna cesaret etmek kolay değil, Dostoyevski bu kitapta bu cesareti göstermiş. Birinci tekil şahıstan okuyoruz kitabı, ama aslında dikkat edilirse ilahı bakış açısının izleri sıkça gözüküyor. Ne karakterin hapse girmeden önceki yaşantısını, ne giriş nedenini (detaylarıyla), ne hapishane sonrası yaşantısını; hiçbir şey bilmiyoruz. Yalnızca hapishanede olanları gözlemliyoruz. Bu şekilde anlatım biçimi ile anlatımın kendisi tezat oluşturuyor. Bu tezat bizim o hapishaneye daha rahat girmemizi, bütün mahpusları daha iyi anlamamızı, aynı zamanda hapishanenin kendine has tiksindirici özelliklerini daha iyi görmemizi sağlıyor. Kısacası, “hata” olarak tanımladığımız bir anlatımın nasıl harika bir esere dönüştüğünü görebiliyoruz, normlara kendimizi çok kaptırmamamız gerektiğiyle birlikte.


Anlattıklarına gelirsek, özellikle Dostoyevski’nin kendi yaşadıklarından yola çıkması kitabın inandırıcılığına büyük ölçüde etki ediyor. Bir mahpusun hapishanede yaşayabileceği hisleri, sıradan bir günün ve özel günlerin nasıl geçtiğini, mahpusların kendi aralarındaki diyaloglarıyla dönemin Rusya’sını öğreniyoruz. Kitapta altı çizilecek yer o kadar fazla ki tek bir cümleyle, bazen bir paragrafla bile sınırlı kalmıyor, bütün bir sahnenin altını çizmek gerekiyor. (Kartalı bırakma sahnesi mesela.)


“Ölüler Evinden Anılar” şunu da anlatmak istiyor bence: Hapishanede karşılaştığımız topluluk bütün toplumun küçük bir özeti gibi. İyi, kötü, fırsatçı, ezik, kabadayı, sessiz, konuşkan, dalgacı, her karaktere sahip mahpusların arasına girip bir süre yaşandığında, benim anladığım kadarıyla hapishanede olmanın tek ayırt edici özelliği duvarlar içinde yaşamak oluyor.


Tolstoy’un o zamanlar bahsettiği gibi: “Yeni edebiyatın en iyi kitabı.” 19. yüzyıl edebiyatında en üst sıralara alınması gerekenlerden.